29 Temmuz 2009 Çarşamba

Boğaz Sefası

Temmuz sonu Bodrum dönüşüm beklediğimden zor oldu. Yaklaşık iki haftayı Yalıkavak'ta geçirmeme rağmen, her zamanki gibi zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım ve hakkını klasik bir Bodrum tatilinden beklenenler açısından veremedim. Ne zaman ki geri döndüğümüzü idrak ettim, yeterince yüzmediğimi ve yeterince güneş yüzü görmediğimi farkettim. Bir gaz kamyonunun sitemizin önündeki bir elektrik direğine çarpması neticesinde elektrik tellerinin birbirine değmesi ve elektrik hatlarını karıştırması ve sitedeki bir çok elektrik aletinin (klima, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon dekoderleri, sitenin jeneratörü ve hidrofor sistemi gibi gibi) kartlarının yanması ile keyifler kaçtı, hiç beklenmeyen işler, koşuşturmacalar ortaya çıktı. Akşam saatlerindeki uçağımızın son dakikasına bu işler uğraştık sonuç olarak ama Yalıkavak'tan ayrılırken içimiz mümkün olduğunca rahat, zihnimiz berraktı. Ne de olsa babam havalimanın bizi karşılamak ve boğazdaki bir tekne gezisine yetiştirmek için bekliyordu.



Kuruçeşme'den kalkması gereken tekneye yetişemeyeceğimizden, Beylerbeyi'ne doğru ilerledik, tekne gelsin bizi oradan alsın diye. Acaba yetişir miyiz diye merak ederken, İstanbul'un boşluğu ve yolların açıklığı şaşkınlık içinde bıraktı beni. Beylerbeyi'ndeki Sabancı Olgunlaşma Enstitüsünün önünden bir tekne karşıladı bizi ve rakı sofrası etrafında toplanmış bır grubun teknesinde bulduk kendimizi, kimseyi tanımadığımız... Meğer bu tekne bir transfer aracıymış, bizi Kuruçeşme'ye götürecekmiş. Kısa süreli konuğu olduğumuz teknede İstanbul'u ne kadar özlediğimi farkettim, boğazın herhangi bir denizden ne kadar farklı olduğunu ve bu şehrin ne kadar özel olduğunu. Bodrum başka ama İstanbul bambaşka eğer onun hakkını verirsen, onunla yaşamayı bilirsen.

28 Temmuz 2009 Salı

Wet Blue Diary

Bodrum Kale'ye gitmeyi kafaya koymuştum ya bu sene, sonunda başardım. Kendisi başlı başına bir yazı konusu ama ben onu ileri bir tarihe öteliyorum çünkü bugün Müze girişindeki Haluk Elbe Sanat Galerisi'nin 21-31 Temmuz tarihleri arasındaki konuğundan, Mert Gökalp’in Sualtı Fotoğrafları Sergisi'nden bahsetmek istiyorum.



Mert Gökalp'ın sergisini önce babamdan, daha sonra Hürriyet Ege baskısından duydum. Müzeyi ziyaret ettiğimiz gün sergiye girmeye niyetlenmişken, 1 saat sonraki açılış yüzünden içeri giremeyince iyice hevesim kursağımda kaldı. İnternette yaptığım araştırmalar sonucu, İstanbul'a dönüş vaktim yaklaşınca iyice hırs yaptım ve öğlen sıcağında yine kalenin yolunu tuttum annemle. Mert Gökalp'in kendi deyişi ile “Doğu Akdeniz Deniz Canlıları Veritabanı Projesinden seçilmiş en güzel sualtı fotoğrafları, Doğu Afrika Kıyıları Mombasa Mercan Resifleri, Kisete & Wasini Deniz Parkından rengarenk resif fotoğrafları, Rengarenk süper makro sualtı fotoğrafları, Mavisi bol Geniş Açı Sualtı fotoğrafları ve sualtında modellerle yapılmış çekimleri bu sergide görmek mümkün.“ İyi ki de gitmişiz, farklı bir bakış açısı kazandım diyebilirim. Resmen tam kapalı olmasa da, kısık olan bir gözüm açıldı. Bütün gün televizyonlar 'Merak güzel şey, güzel şey merak!' diye bağırıyorlar ya, benim de sualtına olan merakım kabardı. Bu nasıl bir güzellik, bunlar ne kadar güzel renkler, ne güzel canlılar, ne güzel kompozisyonlar demekten başka bir şey bulamıyorum. Sergide kanvas baskı olarak sunulan fotoğrafların baskı tarzı bana hitap etmeyen tek şeydi sanırım. Keşke cam gibi denizi cam gibi baskıları olsaymış, bende fotoğraflardan ikisini satın alıp evimin yolunu tutsaymışım...

Sergi çıkışından fotoğrafçımızın babasından aldığım duyumlara göre kendisi Petrol Mühendisi imiş esasında. Amerika'ya gidip Okyanus Fiziği okuduktan sonra da, Deniz Biyologluğuna soyunmuş kendisi. Sanırım her parmağında başka bir marifet, fotoğrafçılık tutkusu sarmış kendisini bazılarımızı! sardığı gibi. Sualtı canlılarını fotoğraflayıp bir arşiv oluşturuyormuş şu günlerde. İlk sergisini takiben de, bir kitap varmış yolda. Çalışmalarının bütünü (sanırım) http://www.wetbluediary.com/ adresinde görülebilir(miş).

Fotoğrafçılığın bir bu kısmına merak salmamıştım, artık ona da start vermenin vakti geldi sanırım. Önce dalmayı öğreniyorum, sonra sualtında fotoğraf çekmeyi... Belki Mrl'ın yaptığı gibi gökyüzünde uçup sonra süzülemiyorum ama yüzebilirim gibime geliyor. Yüzebilirim, ne de olsa merak güzel şey ve ben merak ediyorum.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Anı Defteri?



Acaba bizim apartın kapısına bir anı defteri mi koysaydık diyorum. Gelen giden yazardı, güzel de bir arşiv olurdu ya da taş duvarın önünde herkesin fotoğrafını çekseydim mesela... Görsel bi arşiv benim daha çok hoşuma gidebilirdi. Sanki İstanbul'dan gelen konuklar yakın mesafeden geliyor gibime geliyor diye, kimselerin fotoğrafını çekmedim ama tee NY'den gelen konuklarımız olunca (dayımın liseden arkadaşı, Rob ve ailesi) hemen onları çimlerin üzerine davet ettim. Bütün gün edebiyattan ve müzikallerden konuşan, arabada nefes alamayacak kadar kalabalık olsa da, sıkış tepişliğe aldırmadan kitap okuyan bu aile içinde değişik bir aktivite oldu sanırım. Hep içlerinden biri fotoğraf çektiğinden, uzun zamandır dördünün bir arada fotoğrafı yokmuş. Dolayısıyla sonuçlar herkes için pek mutluluk verici oldu.

26 Temmuz 2009 Pazar

Küdür

Geçenlerde eski Bodrum fotoğraflarıma bakarken, yılların ne kadar hızlı geçtiğini bir kere daha farkettim. Yalıkavak'ta bir 'Beach' düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen Xuma'yi keşfedişimiz sanki daha geçen sene, bilemedin evvelki sene gibi. Halbuki fotoğraf arşivim bu tahminimin ne kadar yanlış olduğunu şak diye yüzüme vuruyor (şükürler olsun fotoğraflarım var, onlar da olmasa geçmişim yokmuş gibi hissediyorum...) ve 6 sene önce annemlerle Xuma'ya gittiğimizi, hamaklarda sallandığımızı, tıka basa yiyip üstüne denize girdiğimizi hatta büyük firma sponsorlukları ile denizin ortasına konan trambolinlerde zıp zıp zıpladığımızı bana hatırlatıyor. Xuma'ya ait bir diğer anı da, Xuma'nın kendi denizine hiç bir zaman pek bayılmadığım ama Xuma'nın yan tarafındaki çorak, oldukça sessiz ve sakin gözüken koyun denizine uzaktan uzağa ilgi duyduğum... O koyun neden kimse tarafından sahiplenilmediği ise bende merak uyandıran ama bir o kadar da mutlu eden bir durumdu uzunca zaman.

İnsan her sabah Gökçebel Koyu'nun göbeğinde uyandıkça denizi tanımaya başlıyor, aynı insanın yaş aldıkça kendi vücudunu ve tepkilerini tanımaya başlaması gibi. Biliyorum ki, temmuz/ağustos aylarında Yalıkavak rüzgarlı, deniz dalgalı olur ama ne olursa olsun sabah erken saatlerde deniz kimisinin dediği gibi göl, kimisinin dediği gibi süt liman olur. Yataktan kalkar kalkmaz kahvaltı etmeden, hatta daha afyonun patlamadan mayonu üstüne geçirip denizin ısısıyla uyanmak gibisi yoktur. Alıştıra alıştıra kumsaldan denize yürümek, kendini hazır hissetmesen bile suya dalıp geç bile kaldığını farketmek ve kulaç atmak ne büyük keyiftir... Saatler ilerledikçe deniz biraz bozabilir, dalgalar artabilir. Bu durum tatil süresi kısıtlı olanlar ve bütün gün güneşin altında yuvarlanıp denizden çıkmamayı planlayanlar için can sıkıcı olur. Yıllardır süre gelen bu problem bu sene annemler tarafından çözüldü. Gökçebel'de ne kadar dalga olursa olsun, denizi hep göl gibi sakin olan bu yer, yani bu senenin keşfi, Küdür.



Annemin bana Küdür'ü tarifi, '...hani biz Xuma'ya giderken, yan tarafta sessiz, sakin, bomboş bir koy vardı ya, orası...' şeklinde oldu. Meğer Küdür; Gökçebel, Tilkicik, Sandima gibi Yalıkavak'ın mahallelerinden biriymiş. Yarımada olan bölge, anakaraya dar bir geçitle bağlıymış. Doğal SİT alanı olan Küdür Yarımadası'ndan uzunca bir süredir köyün otlağı olarak bahsedilirmiş. Zengin bitki örtüsüne sahip bu alanda deniz oldukça temiz ve tatlı su kaynakları bulunuyor, hatta deniz o kadar temizmiş ki, burası fokların yerleşim yeri olarak lanse ediliyor (daha kendilerini görmek bana nasip olmadı ama o da olur, ben inandım) Belediyenin girişimi ile Belediye Halk Plajına dönüştürülen sahili ise oldukça temiz, nezih ve keyifli. Kendi adıma söyleyeyim, ben hayatımda böyle halk plajı görmedim. Tamam, her tip insan var ama acayip bir düzen var Küdür'de. Kimse kimseden rahatsız olmuyor. Gelen herkesin amacı belli, sıcakta boğulmuş bünyeleri berrak denizde serinletmek, zeytin ağaçlarının gölgesinde kitap okumak, uyumak, dinlenmek. Mütevazi kafeteryası da cabası.


Yalıkavak Küdür Servis Saatleri

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Araf



Her an kafamda kaşığımla dolaşmaya, muz içindeki harfi aramaya başlayabilrim. Herkesin Elif Şafak'ın Aşk romanından bahsettiği şu günlerde, ben Araf'ı okumaya karar verdim ve çok etkilendim. Romanda, en çok yalnızlık ve yabancılaşma üzerinde durulmuş. Yurtdışında yaşamaya niyetlenmiş ve başarmış bir çok kişinin hissetmesi çok muhtemel duygular telafuz edilmiş. Cins, ırk, kültür farkını bir kenara bırakıp, evinden uzakta ya da yakında demeden ruh halinin nasıl bozulabileceğini anlatmış yazar...

'... Çocukken annesiyle birlikte oynadıkları bir oyundu bu. Eskiden cennette Tanrı kendine bir alfabe çorbası pişirmiş ve bunu devasa bir kaseye koyup mutfak penceresinin yanında soğumaya bırakmıştı. Ama sonra kuvvetli, küstah bir rüzgar ya da hınzır, yoldan çıkmış bir melek ya da belki bizzat şeytan, kazara ya da kasten kaseyi yere, yani gökyüzüne düşürmüş ve çorbanın içindeki bütün harfler kainata saçılmıştı, bir daha asla koplanmamak üzere. Harfler her yerdeydi, fark edilip bulunmayı bekliyorlardı. Cennet Kasesi'nde kalsalar oluşturabilecekleri kelimelere yerleştirilmek, eski manalarına kavuşabilmek istiyorlardı...'

Elif Şafak
Araf, S.41

23 Temmuz 2009 Perşembe

Yalıkavak Pazarı



Bilen bilir, Bodrum’un pazarları meşhurdur. Pazartesi günü Türkbükü pazarı, salı günü Bodrum tekstil pazarı, çarşamba günü Ortakent pazarı, perşembe günü Yalıkavak ve Bitez pazarları, cumartesi Turgutreis pazarı, pazar günü de Gümbet pazarı kurulur. Her pazarın kendine has meraklıları vardır, ne de olsa her biri diğerinden farklıdır ama ortak yönleri de Bodrum pazarı olmaları dolayısıyla oldukça çok. Bütün bu pazarların ortak noktası; köylülerin bahçelerinde yetiştirdiği ve topladığı otları, sebze ve meyveleri satmaları, kendilerinin dokuduğu kumaşlardan diktikleri elbiseleri ilgilenenlerin beğenisine sunmaları... Bodrum pazarı gerek otobüs garının yanıbaşında kurulması, gerek üstünün kapalı olması dolayısıyla, sıcaktan dolayı mümkün olduğunca Bodrum’a inmekten kaçındığımız günlerde hiç bir zaman iyi bir alternatif olmadı benim için. Diğer bir çok pazar da, bulundukları mevkiinin küçüklükleri ile orantılı olarak oldukça küçükler. Ama bir Yalıkavak pazarı var ki, Bodrum’a gelip ona gitmek olmazsa olmaz.



Bodrum’un Yalıkavak Beldesi’nde 43 yıldır Perşembe günleri kurulduğu rivayet edilen pazar, çevrede sürekli ikamet edenlerdan daha fazla turistlerin alışveriş mekanlarından biri. Belediye'ye ait 12 dönümlük arazide kurulan pazarda yok yok. Minik bahçelerde yetiştirildikleri her hallerinden belli sebzeler, meyveler, otlar, taptaze kuruyemişler (yedim ordan biliyorum... taze badem ve cevizleri unutamıyorum), kıyafetler, takılar, peştemallar, havlular vs vs... Milas, Aydın, Denizli dahil her yerden gelen 1200 esnafın tezgah açtığı pazara Yunan adalarından gelen turistlerde akın ediyormuş desem, işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Sıcağın alnında öğlenin ortasında bayılmak üzere iken imdadımıza yetişen gözlemelerden de bahsetmemek yanlış olur. Ege’nin bağrında olunca otlu gözleme öneriyorlar ama ben kendisini pek tutmadım. İçindeki otların arasında neler olduğunu bir türlü çıkaramadım (kereviz sapı fln olmasından şüpheleniyorum..) Patlıcanlı kaşarlı olan gözlemeyi tüm Yalıkavak pazarına gideceklere öneriyorum.

17 Temmuz 2009 Cuma

Müskebi

Benim için Ortakent hep Akyarlar ya da Turgutreis yolunda içinden geçtiğimiz bir merkezdi sadece. Babamın her geçen gün elinde minik, yeşil mandalinalarla eve gelmesiyle bambaşka bir anlam kazandı gözümde. Aslında hep bildiğim ama unuttuğum, bana hatırlatılması, daha doğrusu koklatılması gereken bir hoşluk, Ortakent’in mandalinaları…

Eski adıyla Müskebi, Turgutreis yolunun ve yarımadanın ortasında kalması nedeniyle yeni adıyla Ortakent, Bodrum yarımadasının en eski yerleşme yerlerinden biriymiş. Ben daha göremedim ama Geç Miken Çağı Mezarları ve burda ele geçen Miken çömleği bunun kanıtıymış. Tepedeki yeldeğirmenleri ve Bodrum mimarisinin eski kule tipi evlerini barındıran bölge, uzun kumlu sahil şeridi ve benim favorim olan mandalina bahçeleri ile kaplı. Sadece yazın kalmak için değil, en azından 6 ay Bodrum’da ikamet etmeye niyet etmiş bir çok kişi için, artık sahil kenarındaki yerleşimler kadar mandalina bahçelerinin de popülerliği her geçen gün artıyor.



Belki bir mandalina bahçemiz yok ama yinede Ortakent’e gitmek, bir çoğunu görmek mümkün kokuyu ciğerlerime çekmek, bir kaç tane toplayıp ellerime kokuları sinene kadar evirip çevirmek, yıkadıktan sonra ortadan ikiye kesip içine yeni su doldurduğum buz kaplarının içine yerleştirmek, buzlarım hazır olduğunda ise su, soda, kola, meyve suyu ne içersem içeyim içine atıp koklamak ve mest olmak için…



Mandalina toplamak dışında, Ortakent sahilindeki Denizkızı Restoran’da oturmak, börülce ve bilimum otları, kalamarları, peynir kavun ikilisini, roka salatasını ve uzun zamandır yemediğim kadar lezzetli buğulama levrek balığını yemek için çok hoş bir yer. İlk defa sahiline indim ve sakinliği ile büyülendim desem abartmış olmam sanırım. Bir çok insanın Bodrum diyince aklına gelen yerlere hiç benzemiyor, dolayısıyla beni kendine daha çok çekiyor.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Arya



Bodrum’un bendeki yeri hep ayrı olmuştur. Küçüklüğümden beri babamın işleri dolayısıyla Bodrum’a gelip, çeşit çeşit koylarda (Gümbet, Bitez, Akyarlar, Turgutreis gibi gibi) kalmışlığımız vardı. Ne zaman ki Yalıkavak Gökçebel koyundaki inşaatımız başladı, biz Yalıkavak’a geçtik. Bir kaç yıl kendi otelimizin işletmeciliği de yaptık, farklı işletmecilere de devrettik ama sonu hep hüsran olunca yerimizi ufak bir siteye çevirmeye karar verdik. Artık bir zamanların Arya Oteli, oldu size Arya Evleri. Fakat internetteki bazı tur acenteleri web sitelerini hiç güncellemediklerinden, zaman zaman eski resepsiyon telefonu olan yeni ev telefonumuzdan rezervasyon yaptırmak isteyenlerin telefonlarını alıyoruz ve baya bir eğleniyoruz.


Otel Arya


Arya Evleri


Soldan sağa; İpek/ Burak/ Şeyda/ Gözde;)

Gökçebel Koyu’nun tam kalbinde, denizin dibinde, günbatımının tam karşısındaki yerimize gelmek bundan böyle daha keyifli olacağa benziyor. Daha önceden hep iş için geldiğimiz bu yere artık kendimiz için gelebiliriz ve ben de arkadaşlarımı davet edebilirim. Yıllardır hep gitmek isteyip gidemediğim Bodrum Kalesine gitmemek için hiç bir mazeretim kalmamış bulunuyor. Babamın sürekli olarak bahsettiği çevre köyler beni acayip heyecanlandırıyor. Geçen sene İstanbul’a dönmeden bir gün önce gittiğimiz Karakaya Köyü dışında o kadar çok görülecek yer varmış ki, babam sen benim peşime takılsan neler görürsün neler Bodrum’da diyip duruyor. Yalıkavak’ın meşhur Sandima’sını da bu sene görebilirsem ne ala!

Bodrum diyince aklıma cam gibi bir deniz, begonvillerle çevrili bembeyaz evler, daracık sokaklar, birbirinden güzel koylar, birbirinden leziz otlar, bahçelerde limonlar, kokulu mandalinalar, yemekler yemekler yemekler geliyor. Bodrum bana sadece sakinliği, huzuru, mutluluğu çağrıştırıyor. Ben İstanbul’u beklerken Bodrum’a gidip dönenler bambaşka insanlar gibi dönüyor. İstanbul’da iken Bodrum’un kokusu burnumda, evlerin beyazı, denizin mavisi, begonvillerin moru, ağaçların yeşili gözümde tütüyor. İnsan buraya gelince zaman kavramını tamamen kaybediyor ve geldiği yere hiç dönmek istemiyor…

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Seattle Coffee & Chai Co. Açıldı!



Seattle Coffee & Chai, Yeşilköy'deki Dünya Ticaret Merkezi B3'te açıldı. İçeceklerde kahveden, chai seçeneklerine, frappelere; yiyeceklerde baquette, salata, wrap ve tatlı seçeneklerine kadar bir çok çeşit bulmanın mümkün olduğu güzide bir mekan. Sandviçlerin sosları, ekmekleri hep taptaze. Hele birde muzlu muffinleri var ki, yemede yanında yat! Şimdilik maalesef sadece Yeşilköy'de.


by Fromotto

9 Temmuz 2009 Perşembe

To Whack or not to Whack?!



Uzunca bir süredir kırmızı bir top rafımdan bana bakıyor. Evimizin her yeri, koltukların altından merdiven basamaklarına her yer
top kaynıyor ama onun yeri ayrı. Çorabın oynayamadıgı tek top olma özelliginden de dolayı, hakettigi ilgiyi hiç elde edemeyen tek toparlak şey! Onun adı "Ball of Whacks", Roger von Oech'ın magnetik 30 kırmızı parçadan oluşan topu. Yanında kitabı ile gelen top, insana deneye yanıla bir şeyler yaratmaya çalışmayı ögretiyor fakat asıl amaç beyin jimnastigi. Alalı 1 sene olmasına ragmen, bugün farkediyorum ki kendisi ile yıldız çeşitleri yapmaktan ileri gidememişim... Yani topun hakkını verememişim. Bir elin nesi var, iki elin sesi var diyerekten tekrardan canlandırdıgımız sevdamı, bu sefer ileri götürmek niyetindeyim. Bakalım zaman bana daha ne şekiller gösterecek? İddia ettigi gibi hayata bakışımı mı, daha dogrusu çevremi algılayışımı mı degiştirecek?


Kedi


Denizde Dalga

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Fromotto SU Reunion'da



3-4 Temmuz tarihlerinde Fromotto, 2009 SU Reunion'daydı. Haftalardır SUMED'in hem cep telefonlarımıza, hem de emaillarımıza attıgı mesajlar ile 2007 mezunları olarak kaçırmamız imkansız bir hal alan Reunion, üniversitemizin çokta eski olmayan tarihinde bir ilk. Fromotto olarak ilk defa üniversitemizde fotograf çekimi yapmamıza ragmen, VCD günlerimiz ve fotograf derslerimiz sagolsun Sabancı Üniversitesi kampüsünde çekim yapmak bizim için çok alışıla gelmiş bir durum oldu.





İlk gün en eski mezunlarını Rektörevi'ndeki barbekü partisi ile agırlayarak başlayan organizasyon, ertesi gün bütün mezunların beklendigi Güler Sabancı, geçmiş dönemler rektörümüz Tosun Terzioglu ve gelecek dönem rektörümüz Nihat Berker'in de katılımı ile devam eden konferanslar ile devam etti. Ögleden sonra konusmacıları arasında 'Galileo, Darwin ve Digerleri' konuşması ile Ali Alpar, 'Tarih, Tarihimiz, Tarihleri' konuşması ile Cemal Kafadar ve ' Europe, Turkey and the Islamic World' konuşması ile Joost Lagendijk vardı.



Konferanslardan sonra, Halil Berktay'ın anonsu ile tüm katılımcılar üniversite merdivenlerinde fotograf çekimi için buluştu. Kalabalıgın içinde gelinligi ve damatlıgı ile evvelsi gün evlenmiş bir mezun çiftte olunca çekim eglenceli bir hal aldı, gelinin arkasını dönüp kalabalıga çiçegini atması ve Albert Levi'nin tutması ile baya komik oldu.



Çimlerdeki minderler, bizi olmayan güneşten korumaya çalışan tenteler, köfte, dondurma hatta nargile gibi çeşitli yemekler ile açık hava aktiviteleri, akşam saatlerinde canlı müzik eşliginde bar ve yemek keyfi ve en önemlisi herkesin dört gözle bekledigi büyük ikramiyenin Tosun Terzioglu'nun bisikleti olan Reunion çekilişi gayet güzel planlanmıştı ama bekledigimden cok az katılım vardı. Bizim de çevremizden hatta dönemimizden katılımın az olmasına pek anlam veremedim. Ben ve Merve görevli olmamıza ragmen eski günleri yadetmemiz için, okulumuza dönmek çok güzel oldu. Cogunlugun yurtlarda kaldıgı gibi bende kalsaydım, iyice sanki okuldan hiç ayrılmamış havasına bürünebilirdim. Ama ben ne yaptım? Son sınıftayken her gün yaptıgım gibi gece 1'de gayet normal bir şekilde arabama atlayıp yine evimin yolunu tuttum. 3 sene boyunca her gün, insan okuluna 40 km gidip gelince alışkanlık yapıyor ve onlardan üstünden ne kadar zaman geçse vazgeçemiyor...



Sabancı Üniversitesi Mezun;
http://alumni.sabanciuniv.edu/

3 Temmuz 2009 Cuma

Anadolu Hisarı'nda Nişan



Haftalar öncesinden Selin ile Tanır'ın nişan davetiyesini dijital olarak aldım. Gelecegimi bildirdim ama son dakikada çıkan ve reddedilemeyecek olan bir iş beni baya bi gerdi. Sagolsun, Merve'nin destegi sayesinde nişandaki yerimi alabildim. Her geçen gün Kadıköy Anadolu Lisesi çevremden birileri evlendiginden olucak, artık beni şaşırtmamaya başladı bu tip etkinlikler. Geçen sene 'yok artık!' dedigim şeye, sayelerinde bugün normal birşeymiş gibi bakabiliyorum. Onların sayısı artıp, ben ve benim gibi o tarakta bezi olmayanlar azalırken, ve onlar tarafından kendimi yadırgamama neden olacak söz, bakış ve hareketlere maruz kalırken degiştim bende. Degiştim derken, onların durumunu yeni yeni kabullenmeyi ögrendim...

Uzun bir süredir birlikte olduklarını, iyi anlaştıklarını bildigim, dolayısıyla birbirlerine çok yakıştıklarını düşündügüm Selin ve Tanır'ın nişanı beni çok mutlu etti. Nişan olayının kendisi kadar nişan mekanı da benim için süperdi. Anadolu Hisarı'ndaki Kıyı Emniyeti Sosyal Tesisleri daha önceden tabelasını gördügüm fakat hiç gitmedigim bir yer. Anadolu Hisarın'nda oturmanın verdigi konfor ile 19.30 davetine 19.30'da evden çıkarak bütün arkadaşlarımdan erken varma lüksüne sahip oldum sayelerinde. İçeri girince 'bebekligini bilirim! diyipte kendisini kızdırabilecegim Beste karşıladı beni kapıda. Masama oturmadan mekanın muhteşem lokasyonu şaşırttı. Rumeli Hisarı'nın hemen karşısında, Anadolu Hisarı'nın içinde, bogazı ve FSM'yi kucaklayan Kıyı Emniyeti Sosyal Tesislerini baya başarılı buldum. Nişan yüzüklerini takiben, masaların dolaşılması, pastanın kesilmesi ve Selin'in hoşlanmadıgı ezgiler araya karışsa da dansetmek şeklinde gece ilerledi. Modern! piyanist şantörün 'çaldıgımız şarkılarla gelin hanımı kızdırdık ama misafirlerin isteklerini reddetmemiz söz konusu olamaz' gibi densiz açıklaması haricinde her şey gayet güzeldi. Yalnız kızların fotografları yollamasını beklemek, nişan sonrasında keske fotograf makimeni götürseymişim dedirtti.