29 Ekim 2009 Perşembe

Bayrak



Taksim meydanındaki bayrağın ne kadar büyük olduğunu günlerden 29 Ekim olana kadar farketmemişim. Meydanın genel olarak soğuk olmasına, şiddetli rüzgarda eklenince her daim soğuk olan ellerim ve ayaklarım yine beni şaşırtmazken, hızla esen rüzgarda hafifçe sallanan, dalgalanan ve zevkle şekilden şekile giren bayrak beni şaşırttı. Durdum ve bi süre onu izledim. Etrafıma bakınca, yalnız olmadığımı farkettim. Bi de araştırınca 96 metrekare olduğunu öğrendim!

25 Ekim 2009 Pazar

Pazar Panayırı



Pazar günü Maçka parkı’ndaki Lunaparkta panayır vardı. Masa kiralayıp eskilerini satanlardan, alışveriş yapmaya, satılanlara bakmaya ya da sadece bizim gibi curcunaya dalmaya gelenlerle doluydu alan. Kalabalıkla ilgili olarak, kuru bir kalabalık vardı desem yanlış demiş olmam sanıyorum, çünkü satılan ikinci el eşyalara pek rağabet varmış gibi gelmedi bana. Panayırın genelinde, gerek insanlarımızın ikinci el eşyaya verdiği değer ile, gerek orada satılmaya değer görülmüş eşyaların sıradanlığı, orjinallikten uzaklığı ile bi kopukluk vardı eşyalarla insanlar arasında.

Amerika'da insanların kendi garajında gerçekleştirdiği 'Garage Sale', elden çıkarmak istedikleri kullanılmış eşyaları satmak, hem evde boş yer açmak hem de vergi vermeden istenmeyen parçaları nakite dönüştürmek için klasik bir yol. Halbuki bizde hiç ilgi çekmeyen, insanların aklının ucundan bile geçmeyen bir hareket. Genelleme yapmak istemem ama Türk insanına göre, başka birinin kullandığı bir eşyayı alıp kullanmak çok saçma, yenisini, temizini, sıfırını almak dururken... Halbuki kıyafetler, kitaplar, oyuncaklar, cdler bu tarz bir alışveriş için çok uygun olabilir. Kullanılmayan, köşeye tıkılan eşyaların kaderini değiştirmek bu tarz panayırlarla mümkün kılınabilir. Hem mevsim geçişlerinde hem de hayatımızdaki dönem değişikliklerinde biraz temizlik hepimize iyi gelir. Bir Amerikan Atasözü'nün de dediği gibi, 'Bir adamın çöpü, diğerinin hazinesi olabilir!'... ;)

24 Ekim 2009 Cumartesi

Yeni Tadlar, Yeni Mekanlar 2

Cuma akşamı İpek ile buluşup sahilde yürüyüş yapmaya niyetlendik. Sahillere hasret kaldım ya, canım nasıl Suadiye'den Fenerbahçe'ye kadar yürümek istiyor... Koşuşturmaca arasında zaman kavramını da kaybetmiş biri olarak hava saat kaçta kararıyor onun bile farkında değilim. Sonuç olarak planlarımızın aksine hava çoktan kararmıştı buluştuğumuzda, bizde önce yemek yiyelim sonra yürürüz dedik. Diyiş o diyiş tahmin edileceği üzerine. 'Tabii ki de burger gibi sağlıksız bişiler yemeyelim...' derken, yine yeni tadları keşfetme uğruna ideallerimizden vazgeçtik.



Dükkan Burger

İlk durağımız, yıllardır namını duyduğum ama hiç gitme fırsatı bulamadığım Dükkan oldu. Esasında 2004'te Armutlu'da açılan Dükkan, etlerinin lezzeti ile nam salan ama fiyatları ve az pişmesi gereken bir eti çok pişmiş isteyen müşterilerini 'o et öyle pişmez, böyle pişer...' şeklinde paylayan çalışanları ile insanı gidip gitmemek arasında kararsız bırakan bir mekan oldu benim için uzun süre. Dükkan'ın yanı sıra, caddede ve daha başka yerlerde Dükkan Burger açıldı, ben yine önünden geçip durdum ama bir türlü gidemedim, taa ki İpek ile biraraya gelene kadar. Ne kadar hoş bir tesadüftür ki, yeni tadları keşfetme merakım genelde İpek ile beraberken kabarıyor. Normalde bildiğim ve beğendiğim lezzetlerden başkasını denemeye meyilli olmayan bana bir haller oluyor, heralde İpek ile uyuşan damak tadımızdan olucak, cesaret geliyor. Neyse menüye bakınca ne kadar az seçenek olduğunu görüp rahatlayan biri olarak ben ve İpek, cheeseburger ve patates kızartmalarımızı sipariş ettik ve tadını çıkardık. Burgerin tadı hiç fena değildi ama patates kızartması ve Dükkan'ın özel hardalı oldukça başarılıydı. Fast food denince akla gelen markaların burgerlerinden ve patateslerinden çok daha lezzetli.


Krispy Kreme

İkinci durağımız Krispy Kreme, kapılarını 1937 yılında Amerika'da açmış bir donut markası. Biz Türkiye'de sadece Dunkin'i biliyoruz ama Amerika'da yüzlerce markanın arasında biri. Diğerlerinden farkı ise, her dükkanın içindeki donut üretim fabrikası, kendi deyişleriyle donut tiyatrosu bulunması. Hamurun oluşturulmasından, kesilip kabartılmasına ve pişirilmesine ve glaze şelalesine tutulmasına kadar süreci izlemek mümkün, tabi sonunda kırmızı ışık yanınca ortaya çıkan sıcak donut sürecin en tatlı kısmı. Sadece kahve içilmeye de gidilebilinir ama saçma olur bence. Gitmişken donut yemekte fayda var.

18 Ekim 2009 Pazar

(1000) DAYS OF ME

Araya giren yazdan sonra tekrar sinemaya gitmek çok hoş. Filmekimi'nin içimdeki, unutulmaya yüz tutmuş sinemaya gitme isteğini açığa çıkarması sonrasında, istediğimiz filmlere bilet almakta geç kaldığımızı öğrenmemiz pek hoş olmadı ama etkinlik bizim için itici bir unsur oldu. Bugün pazar, uykum var, televizyonda da izlenecek saçma sapan şeyler var, vs vs gibi üşengeçlik üstüne uydurduğumuz fikirlerimizden arınıp, yollara düştük Damla ile.



Esasında filmimizin adı, (500) DAYS OF SUMMER. Türkçeye çevrilince olmuş AŞKIN (500) GÜNÜ... Bana göre (1000) DAYS OF ME de olabilir ama neyse... Ayrıca türkçeye Aşkın 500 günü diye çevrilse de, bu bir aşk filmi değil. Şükürler olsun, bu film benim gibi hisseden başkaları olduğunu bana gösterdi. Karaoke ve İkea sahneleri, aşık olan insanın ruh hali! ve müzkler keyifliydi. Belki bişi öğrenirim diye düşünerek gittiğim filmde, bazı şeyleri zorlamanın aleminin olmadığını bir kere daha idrak etmek, bir şekilde hoşuma gitti.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Ghetto'da Mor ve Ötesi



Mor ve Ötesi, Mayıs 2007'de Ghetto'da unutulmaz bir akustik konser vermiş... Ben o zaman küçüğüm, hatırlamıyorum. Grup aynı repertuar ile tekrar seyirci karşısına çıkmaya karar verince iyi oldu, bende bu akustik konseri izleme fırsatımı buldum. İlk duyduğumda baya bir tepki gösterdiğim fiyatları fahiş, ilk defa Ghetto'ya giden biri olarak satılan bilet sayısına göre mekanı küçük, diğer bir deyişle de konseri alanını fazla kalabalık buldum. Sürekli hareket halinde olan ve konseri dinlemeyecekse neden geldiği belli olmayan, 3 saatlik konser süresi boyunca durmadan, çarpa çarpa sağımdan solun geçenleri ve bardağı taşıran son damla olarak yerimde kıpırdamadan duran beni azarlayan ne idüğü belirsizi terbiyesiz buldum! Eğlenmeye mi geldim, stres olmaya mı anlayamadan konser bitti. Yine de Mor ve Ötesi'nin canlı performansı görülmeye değerdi.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Peynir Helvası



Ben peynirin tatlısını bilirdim, hani diğer adı höşmerim olan. Meğer bir de peynir helvası diye bi tatlımız varmış. Koyun sütünden yapılan ve farklı bölgelerde yapılsa da Çanakkale’ye özgü bir tat olan peynir helvası. Koyun sütünden yapılan peyniri kıvama gelinceye kadar kazanda erittikten sonra peynirin içine irmik koyup, daha sonra da yağ ve şekerini ekleyip fırınlayarak hazırlanan, sıcak ya da soğuk ama her daim dondurma ile keyfine doyulmayan çok tatlı bir şey. Tesadüfen bulduğumuz Babalık Tatlı Salonu meğer Çanakkale'de kime sorsak gönderileceğimiz yermiş. 1912 yılından beri bu işi yapan Babalık'ı, Çanakkle'deki saat kulesinden Çimenlik Kale’sine doğru giderken bulmak mümkün. 'Kim bilir oraya ne zaman yolumuz düşer..' diyenler, İstanbul'daki Göztepe şubesinde de tatlıyı bulabilir.

11 Ekim 2009 Pazar

Çanakkale Günlüğü

Şu anda battaniyenin altında oturduğumdan ve elimden rulo kağıdımı düşüremediğimden olucak, geçen hafta sonu Çanakkale’de olduğuma inanamıyorum. Hafta içi, hafta sonu, sabahın körü, gecenin yarısı demeden sürekli bir koşuşturmaya girdiğimden beri, şehir dışına çıkma fikri cazip gözükmesine rağmen üşendiğim bir eylemdi. Ama 3 Ekim akşamı Selin’in düğünü olunca, arkadaşlarla bir arabaya doluşup yollara düştük, mecbur;). İyi ki de düşmüşüz, güzel bir düğün ve çok keyifli bir Çanakkale gezisi oldu.



Yaklaşık 5 sene önce, okulla günübirlik Çanakkale’ye gitmiştik. Okul gezisi olunca, abide ve bazı şehitlikler dışında da pek bir şey görme fırsatımız olmamıştı. Bir de bu gezemeyişimizi zamansızlığa yormuştum ben o zaman, halbuki Çanakkale abartısız avuç içi kadar bir yermiş. Çanakkaleli arkadaşımız ve hızlı şöförlerimiz sağolsun, şehri ve daha fazlasını karış karış gezdik. Şansımıza güzel olan havanın, pırıl pırıl parlayan güneşin ve tatlı esintinin tadını çıkardık. Düğün akşamı taksiyle döndüğümüz konaklama noktamızdan sabah büyük bir hızla ayrıldık. Yemenin içmenin dışında, kaleler, tabyalar, anıt mezarlar, yani genel olarak Gelibolu Yarımadası’ndaki şehitlikleri ve şehir merkezini elimizden geldiğince gezdik. Çanakkale denince akla ilk gelenleri, Truva Atı'nı, Saat Kulesi'ni, anıtları, Abide'yi ve daha fazlasını görmeyi başardık.



Çanakale Deniz Müzesi Komutanlığı. Çimenlik Kalesi etrafında ve kale içinde yer alan eserlerin ve tarihi eşyaların sergilenmesinden ve korunmasından sorumlu olan komutanlık. Çanakkale genelindeki elektrik kesintisinden dolayı içinde girmeye fırsat bulamadığımız binanın sadece bahçesini gezme fırsatımız oldu ve savaşlarda kullanılmış çeşitli mayınları, topları ve 1/1 ölçülerdeki Nusret Mayın Gemisi'nin maketini gördük.



Kilitbahir Kalesi. Gökyüzünden üç yapraklı yonca gibi gözüken kale, 1452'de İstanbul kuşatması sırasında Papalık Donanması'nın Bizans İmparatorlu'na yardım etmesini önlemek amacıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından Çanakkale'nin karşısındaki Kilitbahir köyünde yaptırılmış. Kale, iç ve dış sur duvarlarının yanı sıra avlu içindeki 7 katlı bir üçgen kuleden oluşuyor. Değişik dönemlerde bir çok kere restore edilen kale, Çanakkale Savaşları'nda da önemli bir rol oynamış ve günümüze kadar gelmiş.



Çanakkale Şehitlikleri. Gelibolu Yarımadası'na bütünüyle yayılmış anıtlara, abidelere ve şehitliklerin hepsine verilen isim. Çanakkale Şehitleri Abidesi, Çanakkale Boğazı'nın ucunda Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe üzerinde yer alan bir anıt. 1915 yılında 1.Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Savaşları'nda hayatını kaybeden 253.000 Türk askerinin anısına yaptırılmış. Yapımı 1954 yılında başlayıp, 1960 yılında tamamlanan abidenin altında, Savaş Eserleri Müzesi, yanında Mehmetçik Anıtı ve Türk Şehitliği bulunuyor. Abidenin yeri Çanakkale Boğazının girişi ve fikir babası, Atatürk'ün silah arkadaşı, Emin Nihat Sözeri'ymiş.

4 Ekim 2009 Pazar

Selin'i Evlendirdik!

Aslında biz sabah 7'de yola çıkacaktık. Ne de olsa Çanakkale yolcusuyuz, Selin'i Çanakkaleli bir delikanlıya veriyoruz. Aynı anda bir taşla iki kuş vurmakta istiyoruz, hem Selin'i evlendiricez, hem de çevremizi gezip görücez. Tuba ile yaptığım sayısız telefon görüşmesi sonucunda Çanakkale'nin 6 saatlik değil de, 4 saatlik bir yolu olduğuna karar verince, İstanbul'dan çıkışımızı biraz erteledik ve 9.30 gibi Anadolu Hisarı'ndan hareket ettik. Yok kahvaltı ettik, yok Tekirdağ'da köfte molası verdik derken, ne kadar hızlı gidersek gidelim yol yine 6 saat sürdü. Çanakkale'ye girmemiz ile düğün hazırlıklarına katılmamız bir oldu. Eşyalarımızı kalacağımız yere bıraktıktan sonra, Selin'in kuaförüne uğradık. Bir de ne görelim, saatlerdir kuaförde olmasına rağmen Selin hala hazır değil çünkü kuaför acayip kalabalık, Çanakkale'deki diğer bütün kuaförler gibi... Sahil boyunca şöyle bir yürüyünce ve önünden geçtiğimiz her kuaförde en az iki gelin olduğunu görünce ,Çanakkale'nin ne kadar küçük bir yer olduğunu farkettim.





Kendi çabalarımızla bulduğumuz kuaförle bol miktarda cebelleştikten sonra (özellikle de ben), hazırlandık ve Kolin Otel'e giriş yaptık. Selin ile Tanır'ı önce odalarında ziyaret ettik, arkasından nikahı izledik. Senem'in de şahitliğinde, çiftimizi evlendirdik. Bol yemekli, içmekli, bol müzikli, elbette ki damat halaylı, dolayısıyla yorucu ama bir o kadarda keyifli bir geceydi. Umarım birliktelikleri de hep keyif dolu olur.