27 Temmuz 2010 Salı

Fotoğraflarla Bodrum

Bodrum'dan yeni döndüm, şaşkınım hala. Bi uçağa bindim, 50 dk. uçup bambaşka bir dünyaya gittim-geldim. Mekan ve hava değişikliği şeker gibi geldi. Ne yalan söyliyim, Galata'yı da çok sevmeme rağmen, hiç dönmek istemedim. Galiba Bodrum'u Galata'dan çok seviyor olabilirim. Gitmeden önce geçen sene yazdığım Bodrum yazılarına göz gezdirmiştim. Gidilecek yerler, yenilecek yemekler, yüzülecek koylar seçmiştim ama olmadı. Onların yerine başka yerlere gittim, yedim, içtim ve yüzdüm. Geçen sene Bodrum'da uzun uzun kalınca, buraya da uzun uzun yazmıştım. Bu sefer zaman kısıtlı olunca, yazıyla anlatmak yerine, fotoğraflarla merak edenleri Bodrum'a götürmeye karar verdim.


Bodrum'a gidişimi, Yalıkavak Marina'da bulunan Tango Argentina'da Rokforlu Parisienne yanında kırmızı şarap ile kutladık desem yeridir. Her şey o kadar güzeldi ki, kutlamaya bağladım diyebilirim. Gelecek sefer, Bodrum Marina karşısındakine gidilecek, sanki o mekanı dışardan daha çok beğendim.


50 faktör kremimi sürdüm ve bol bol çimlerde yuvarlandım.
Negatif enerjimi toprağa bıraktım.


Günlerden perşembe olunca, hemen Yalıkavak Pazarı'nın yolunu tuttum. Sıcak ve kalabalık dayanılır gibi değildi. Bir ara nefes alamıyorum sandım. Cadının kırmızı elmalarına karşı koyamadım.


Nerdeyse her gün güneşi batırdım;)


20. yaşgününü balkonumuzda, dev mumumuz eşliğinde kutladık.
Grkm'e doğumgünü pastası yaptım.


Konser öncesi Bodrum Kale manzaralı Feraye keyfi, Casita'yı ilk defa denedim. Neden daha önce gelmemişim anlamadım.


Bodrum Açık Hava'da Rengarenk, Sertab Konserine gittim.
Sertab'ın da, yeni albümünün de hastası oldum.


Dalgaların gücü adına dediğimiz günlerde, Küdür'e kaçtık. Xuma'ya bu kadar yakın olmasına rağmen, bir deniz nasıl bu kadar temiz ve sessiz olabilir şaştım. Serinliğine bi kere daha hayran kaldım.


Yattığım yerden gökyüzüne baktım.
Sudoku'ya kafayı taktım, tabi bi de fotoğraf çektim.


Bitmek üzere olan sebze yemeklerini görünce gözümüzün döndüğü, Kısmet Lokantası'na gittik. Az daha yemekten çatlama kavramı ile tanışıyordum.


Bodrum merkezde geçen sene yer değşitiren meyhaneler sokağını keşfe çıktık, deniz kereviti ile tanıştım. Mezelerin sarhoşluğu ile marinanın bir klasiği olan Fatih Erkoç'u dinlemeyi de sonunda! başardım.


Deniz olsun havuz olsun, sudan çıkmamaya çalıştım.
Haberim yokmuş, suya hasret kalmışım.

Ben böyle hayal etmemiştim tatilimi ama spontane gelişince daha bi sevdim.
Plansızlığın rahatlığı ile gevşedim, kafamı dağıttım.

16 Temmuz 2010 Cuma

Margarita

Fırsatları birlikte yakala, kişiye özel grup indirimi gibi sloganları pek sık duymaya başladık son zamanlarda. Grupanya, Şehir Fırsatı, Grupca gibi siteler mantar gibi türemiş, bizim yine sonradan haberimiz oldu. Nedir, ne değildir diye bakınca, bizde düştük bu sevdaya, '..günün fırsatı da ne ki?' diyerek, mail adreslerimizi girdik sitelere. O günden beri, her sabah mailler düşüyor posta kutuma. Tanıdık tanımadık işletmelerden, %50'yi aşan indirimler hiç aklımızda olmayanları, aklımıza düşürüyor.
İlk denememiz, Chili's'de Margarita.



Hem bütün kızları toplamak için vesile olsun, hem yarı fiyatına margarita olsun dedik, aldık fırsatları. Aldık ama bir türlü gidemedik. Ne de olsa kullanmak için 3 ayımız var diye düşününce haftalar hızla geçti. 5 hafta önceden ödediğimiz içecekleri ancak bu cuma kullanmaya karar verebildik. Bir kişinin aldığı iki kuponu aynı gün içinde kullanamaması maalesef grubumuzu ikiye böldü ama kuponlar madem alındı, bir yerden kullanılmaya başlansın dedik.

Levent metrosundan Etiler'e yürüyünce, kan ter içinde kaldık, aç olmayanlarımız da acıktık. Kendimizi içeri atmamızla ne yiyeceğimizden önemli ne içeceğimize karar verdik. Bizimle ilgilenen arkadaşın tavsiyeleriyle, bi bakmışız dördümüzde arjantin bardaklarda 'jamaican paradise' söylemişiz... Sıcak sosuyla gelen nachoslar pek gözümüzü doyurmamış olacak, menüde uzun uzun gezdikten sonra crispers ve chicken club tacos siparişleri de verdik.



Hem yiyecekler, hem margaritalarımız süperdi! Margaritalardaki alkol durumu hepimizi şüpheye düşürse de, tadı gayet yerindeydi. Crispers'ın acısı beni bolca terletip, ağlatınca, kızlar çok güldü. Fırsatları alırken birlikte kullanmayı düşündüğümüz kızların şerefine arjantinler tokuşturuldu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Ada



Lise yıllarında okulu kırıp yaptığım Büyükada kaçamakları dışında, adaya gittiğim nadirdir. Mekanları ve detayları hatırlamam için her seferinde Melodi, İpek ve Tuba ile bisiklet üstündeki fotoğraflarımıza bakmam gerekir. Örgülü saçlarımız, elimizde gitarımız, bisiklerle dere tepe düz gidişimiz, midye tava ve dondurma yiyişimiz ve inanılmaz acelemiz olmasına rağmen dönüşte yanlış vapura binişimiz… (sonuçta okulu kırmıştık, elbette annemlere bundan sözetmemiştim ve okul dönüşü evde karşılanılması gereken biri, yani Görkem vardı) Ve durumu ancak vapur Bostancı iskelesinin yanından hızlıca geçerken farkedişimizin yarattığı büyük stres...

Geçenlerde lise fotoğraflarına bakıp, yakın arkadaşlarımın teker teker evlendiğini farketmemle, o günlerin çok geride kaldığını anlamam bir oldu. Kendi anılarım dışında babaannem ile kardeşinin dillerinden düşürmedikleri ada anıları sık sık tekrarlandığından daha taze olunca, bu seferki ada ekibini belirledim. Haftalardır, hatta aylardır adaya gitmenin hayalini kurarken, bu pazartesi günü aniden gaza geldim ve Diler, Güler, Nurseli, yani babaannem, kardeşi ve kardeşinin kızı ile beraber 14.20 vapurunu yakaladık.

Vapur demeye bin şahit ister, benim için büyük ve çirkin bir motor olan gemiye bindik ve yarım saat içinde Büyükada’ya ulaştık. Günlerden cumartesi ya da pazar olmadığından ve adanın kalabalık olma ihtimalini hiçe saydığımdan, kalabalıktan dolayı adaya ayak basamamak baya şaşırttı beni. Ve eski ada sakinleriyle nostaljik gezimiz başladı.

Önce birer soğuk kahve içtik, sonra faytona binip Aşıklar Tepesi’ne kadar gittik. Havanın inanılmaz sıcak ve yolun küçük turun yarısı uzunluğunda oluşu dolayısıyla, yolculuk şeker gibi geldi bana. Yol boyunca hangi köşkte kimler otururdu, 60-70 sene evvel klima falan yokken kimlerin evinde sıcak-soğuk hava tertibatı vardı, hatta babaannem küçükken hangi beyaz parmaklıklardan kafasını içeri sokup sıkışıp kaldı ve nasıl çıkardı, bunlar anlatıldı.



Büyük kızılçam ağaçları ile kaplı tepede, faytondan indiğimizde her an buharlaşabiliriz gibime geldi.



Babaannemlerin çocukluklarının geçtiği eski evleri, bu tepeden sadece 5 dk. uzaklıkta olunca, hem yürüdük hem de adaya ilk gelişlerini konuştuk. Babaannemin doğduğu sene, 1938’de kiracı olarak gelip 4 sene ana yol üstündeki yeşil panjurlu bir evde oturmuşlar.



’42 yılında da babaları Anadolu’dayken anneleri, tanıdıklar ‘Ada’da evi napıcaksın? Ada’da ev çerezdir!’ demesine rağmen, 8000 Liraya Aşıklar Tepesi’nin yakınındaki evi satın almışlar. Su yok, banyo yok. Herşey merkebin yanındaki tahta kasnaklarda taşınan su ile yapılıyor, hatta bahçe sulanıyor. Taa ki mühendis Haydar Bey olaya el atıncaya kadar.




İncir, erik, kiraz, elma ağaçlarının yanında patlıcan ve enginar gibi sebzelerde ekiliyor bahçeye. ’59 yılına kadar her yaz adaya geliniyor. Babaannem kedilere rakı içirip kuyruklarına tenekeler bağlıyor, incir ağaçlarının tepelerinden inmiyor, arka pencereden kaçıp dedemle buluşmaya gidiyor… Hiç unutmadıkları çok güzel günler geçiriyorlar bu bahçede, ada sahillerinde. Ne zaman babalarını kaybediyorlar, ada defteri kapanıyor, uzun yıllar bu eve uğranmıyor. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hala acayip detaylı hatırlıyorlar yaşananları, bana anlatıyorlar. Kıskanmıyorum desem yalan olur, ben geçen pazartesi ne yaptığımı hatırlamakta zorlanıyorum. Eski fotoğraflarım olmasa, hangi yaz nerdeydim, kimlerleydim çıkaramıyorum. Tupturuncu portakalları ağaçtan düşürmeye çalıştıktan sonra, babamın kilidi açılan pusetiyle yaptığı yolculuktan, soğuması için kenara bırakılan şişlerin kediler tarafından kapılmasına kadar bir çok hikaye dinleyip, bahçeden çıkıyoruz. Dönüş yolumuz uzun, çünkü bu sefer iskeleye yürüyoruz.



Çarşının göbeğindeki Prinkipos isimli dondurmacı gözümde tüterek (eski yunancada adanın adı Prinkipos, yani prensmiş, prens adaları tabiri buradan gelmiş), adanın şık konaklarını inceledim. O kadar güzel olanlar var ki, fotoğraflarını çekmekten kendimi alamadım. Kimler buralarda yaşıyormuş hayal etmeye çalıştım, sadece verandalarından bile etkilendim.



Sürekli olarak hızla yanımdan geçen faytonlar önce biraz korkuttu ama alıştım. Bisikletlileri görünce ise, canım bisiklet çekti ama sıcaktan anında vazgeçtim. Adanın doğası, yapıları, görüp geçirdikleri ile babaannemlerin dillerinden düşürmedikleri anıları çok keyifliydi. Bu kadar kalabalık olmasa, malum koku ile sinekler yok olsa, her şey mükemmel olabilirdi. Prinkipos ayrı bir hayal kırıklığıydı, lise yıllarından hatırladığım hazzı vermedi ama lise yıllarındaki geziden hatırlamadım ada çarşısı çok güzeldi. Bostancı’dan yarım saat uzaklıkta, bambaşka bir dünya Büyükada. Sonbaharda gidip, bisiklete binmek bir sonraki macera.

12 Temmuz 2010 Pazartesi



Zaman bulduğumda, eğer halim olursa bahsedeceğim ilk şey bu gezi olacak. Pek yakında mı olur sonra, çıkmaz ayın son çarşambası mı bilemiyorum ama aniden değişen tempom ve ruh halim dolayısıyla ikincisi gibi hissediyorum... Kadir Kısmet.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Ne Milano ne Roma



Burası ne Milano, ne Roma! Burası bizim alt sokağımız, Galata... Beyoğlu'nun bütün keşmekeşi içinde, üst kattan gelen müzik sesi ve yemek kokularıyla hayran oldum bu binaların sadeliğine, renklerine, kepenklerine, kenarından tırmanan yeşilliğine... Bi an için durdum ve burda yaşadığımı hayal ettim, mutlu oldum.