27 Şubat 2009 Cuma

Balikev



Amerika donusu degisik bir yere yemege gidelim dedik, oncesinde bizim icin cok klasik bir yere gitmistik ya... Gerci annemler bol bol geliyorlarmis, dolayisiyla sadece bana degisiklik oldu. Bir balikcidan bekleyeceginizden cok farkli bir atmosferde (eee istinye park'in icindeki istinye pazarindan da bu beklenirdi) lezzetli bir bir balik yedik. Balik corbasi ile baslayan seruvenimiz, rokali mokali bir mevsim salatasi ve ana balik yemegi ile devam etti. Masada cogunluk, cop siste izgara hamsi tercih ederken, ben hayatimda ilk defa duydugum doner somonunun tadina baktim. Baya yadirgandim ama napiyim, somonu cok seviyorum, hamsiye de bir turlu alisamiyorum. Ayrica Fishkender'i de cok merak etmeme ragmen, denemeye cesaret edemedim. Gerci bu baliklar disinda da bir suru cesit baska balik vardi. Bu aydinlik ve ferah mekanda hem balik almaya gelenleri, hem de restoran misafirlerini ortada cok temiz ve itinali bir sunum, denizci kiyafetleri icinde de canla basla calisan garsonlar bekliyor. Hos bir yer ama balikciya hic benzemiyor. Yine de ben begendim, balik yeme istegimi kabartiyor.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Central Park



Central Park, Manhattan'in gobeginde yilda yaklasik 25 milyon turist alan oldukca buyuk bir park. Adanin orta yerinde cetvelle cizilmiscesine dikdortgen bir yesillik, sanki Manhattan'in nefes almasini sagliyor. Gokdelenlerin arasinda bogulmaya basladigini hissedenlere bir kacis sunuyor. 59. Caddeden 110. Caddeye uzanan parkta yok yok. Yuruyus yollari, buz pateni pistleri, hayvanat bahcesi, ormanlik alanlari, tiyatrosu, amfitiyatrosu, kalesi, golleri ve sayisiz kopruleri, yabani hayvanlari, ordekleri, sincaplari, atlikarincasi... Parkin icindeki, haftasonlari ve aksamlari araba trafigine kapali 10 km'lik parkur; kosucular, bisikletciler, patenciler icin tam bir cennet.

Gecen sene NY'e gittigimizde kotu hava kosullarindan dolayi parka girememis, baya uzulmustum. Bu sefer kafaya koydum ve park gezintisini listemin basina yazdim. Gerci hava kapali diye, gunlerce bu plani erteledim ama cumartesi gunu hava oyle guzel acti ki... Gorkem ile hemen 59. Caddenin yolunu tuttuk. Faytonlar ve etraflarina yaydiklari malum koku, Statue of Liberty kiligina girmis oldukca basarisiz (prada gozlukleri vardi hepsinin?) cansiz mankenleri ile iyi bir giris yapmadik parka ama yarisi donmus golu ve ustundeki guzeller guzeli ordekleri gorunce hemen kanim kaynadi. Koskocaman buz pateni pistine dusen isik, agaclarin altinda muzik yapanlar, sehrin karmasasindan kacip cimlerde uzanmaya ve guneslenmeye gelenler, Milano'da ara sira gittigim, yurudugum, bisiklete bindigim, kitap okudugum ve huzur buldugum Giardini Publici'yi hatirlatti bana. Istanbul iyi guzel ama toplu tasimada oldugu gibi, verimli yesil alanlar konusunda da baya! yetersiz. Ufacik parklar kurmak, ciceklerle cimlerin ustune resim yapmak, aralara da rengarenk spor aletleri koymakla olmuyor bu is. Istanbul'a yetmiyor. Istanbul'un da, sakinlerinin de nefes almaya ihtiyaci var, New York'lular gibi...


fotograf: www.archinect.com

19 Şubat 2009 Perşembe

Madame Tussauds


Madame'in ta kendisi.
fotograf: Gorkem;)

Fransa dogumlu Marie Tussaud, annesinin yaninda kâhya olarak calistigi doktordan wax ile modelleme yapmayi ogrenmis. 1777 yilinda ilk Voltaire'in heykelini yapmis, sonra da devami gelmis. Doktorun olumunden sonra, evlenmis ve kendi heykel koleksiyonuna doktorunkileri de ekleyerek 33 sene Avrupa'yi gezmis, en son Londra'ya gitmis. Yaptigi bir kac sergiden sonra, 1836 yilinda ilk kalici evi olacak bu sehire yerlesmis.

Madame Tussaud'nun muzeleri bugun dunyanin bir cok yerinde; Amsterdam, Berlin, Hong Kong, Las Vegas, Londra, New York, Shanghai gibi. Benim bu muze ile tanismam da, bir gec sene once Amsterdam'da gerceklesti. Damla'yi ziyarete Hollanda'ya gittigimizde, bu muzenin tadini cikarma firsati bulmustuk. New York'ta da, Times Square'in dibinde oldugunu gorunce, Gorkem'in hosuna gidebilir diye dusundum. Hem de tahmin ettigim gibi, muzenin oldugu ulkeye ozgu kisilerin ve elbette son donemde gundeme oturmus (mesela Obama!) yeni unlulerin mevcut oldugunu dusunerek yola koyulduk. Politik liderlerden, hollywood yildizlarina, televizyon yildizlarindan dunya liderlerine, spor yildizlarindan pop starlarina farkli bir cok bransta ama hepsi birbirinden unlu kisinin wax heykelleri karsiladi bizi. Buraya sadece daha onceden gormemis oldugum ve wax heykellerini basarili buldugum bir kac simanin (Andy Warhol, Woody Allen ve Obama gibi) fotograflarini koymayi uygun buluyorum. Yeter saniyorum.



18 Şubat 2009 Çarşamba

Mc



Guyya baska caremiz yoktu. Tek cikis yolumuz oydu. Isin asli, bizim uyarilarin hic birine kulak asmamamiz ve yine bildigimizi okumamiz. Gorkem New York seyahatimizin ikinci gunu hasta olup, evden cikamaz hale gelince ve zaten kisacik olan tatilini ufak ufak heba edince, gonlum daha fazla buna el vermedi. Ertesi gun Gorkem'i lahana gibi giydirip, sokaga cikardim. Insani iligine kadar donduran soguk havadan baska derdimiz yok iken, birden kar yagmaya baslamasin mi? Bir bu eksikti dedik ve yemek yiyecek bir yer aramaya basladik. Sanki Times Square'de degiliz... yiyecek hic bir sey bulamadik ve kendimizi denize dusenin yilana sarilacagi gibi McDonalds'a attik. Kendisini yakinen taniyoruz ya...



Broadway'da olmanin verdigi sasali giris disinda, tam bir felaketti. Once restoran cok buyuk geldi, sonra da buyuklugune nazaran cok kalabalik. Duvarda 'occupancy by more than 569 persons is dangerous and unlawful' yazisini gorunce icerinin sinirlarini zorladigini dusundum. Zar zor siparis verip, tepside degil pakette yemekleri aldiktan sonra,Gorkem'in bir yer bulmasina oldukca sasirdim. Icerisi insanin icine daral getirecek gibi olsa da, en azindan kardan kactik ve yiyecek bir seyler bulduk diye sevinecekken, southern style chicken ile baya bi hayal kirikligina ugradim. Ekmegi kaldirinca manzaradan o kadar memnun olmadim ki, fotografini cekme ihtiyaci hissettim. Ama daha sonra bu sandvici google'da aratinca, bir suru insanin ayni fotografi cekip nete koydugunu farkettim. Dolayisiyla hareketimin maruz gorulecegini umuyorum. Benim tavugumun tadi fena, Gorkem'in cheese burgeri benimkinden fena olunca iyice sogudum gencturcell'i ile bir alana bir bedava diye bizi kandiran McDonalds'a. Bir daha kesinlikle Mc'e gelmem nidalariyla terkettim restorani. Bakalim bu kararliligim ne kadar surecek.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Chocolixir



Godiva mukemmel cikolatalarin yani sira icecekte yaparmis. Turist olarak gittigi sehirde insani oranin yerlisi gezdirince gezilen yerler, yenen yemekler farkli olur, seyahat daha verimli gecer ya, New York seyahatimizde de kuzenimiz bizi gezdirince, turist kaynayan sokaklardan uzaklastik. Buralarda ne isimiz var ki diye dusunurken, kendimizi vitrinin arkasinda yarisina kadar cikolataya batirilmis cileklerin dizili oldugu butik bir Godiva dukkaninda bulduk. Iceri girdik ve ne istedigimizi gayet iyi bilen Serdar hepimize birer 'chocolixir' soyledi. Chocolixir, bitter cikolatadan yapilan sicak cikolata. Adi gibi, Chocolixir sanki bir iksir. Ne kadar icersen ic, insanin icini baymayan kararinda tatli bir lezzet. Keske bizde de Godiva'nin dukkanlari olsa dedirtti.

Ripley's



Robert Ripley tarafindan 1918'de kurulan Ripley's Believe It or Not!, yillar boyunca buyuyen ve gelisen bir eglence markasi. Bu markanin amaci ilk gunden beri, gercekliklerini sonuna kadar sorusturup kanitlanan acayip olaylari, sira disi kisi ve nesneleri arastirmak, bir araya toplamak ve supheli ama merakli gozlerle bakan insanlarin seyrine sunmak. Ve elbette kafalarda olusacak soru isaretlerine sebebiyet vermek. Her bir parcada kisilere, "acaba?", "yok artik!", "daha neler..." dedirtmek ve eglendirmek.

Ufak ufak duyurular ile ise baslayan ve insanlara "If you see it on Ripley's, you can bet that it's real!" dedirten Ripley, giderek populerlesince degisik formatlarda insanlarin karsisina cikmis yillar once, radyo ve televizyon sovlari, muze zinciri ve yayinlari ile baya unlu olmus. Meshur oldukca insanlarin meraki ve katilimi artmis, kendi ilgincliklerini paylasmak ve bu kurumsal muzenin parcasi olmak istemisler. E muze giderek buyumus, her gecen gun de giderek buyumeye devam ediyor.

40 yil dusunsem, Ripley's'e gitmek aklimin ucundan gecmezdi ama Serdar ve Gorkem bi bakalim diyince, bende kendimi icerde buldum. Cokta etkileyici bulmadigim bu muzenin tadini cikarmak icin elimden geleni yaptim. Kabul ediyorum bol bol "acaba?", "yok artik!", "daha neler..." dedim, belki de coguna inanamadigim icin etkilenmedim. Iste gorduklerimizden ufak bir secki...



Icerde neler yoktu ki... 70.000 puldan yapilmis bir tablodan (oldukca etkileyiciydi), catalini, kamyonun anahtarini yutmus insanlarin, ustuste iki tane ampul yutmus yilanin x-raylerine, uc bacakli bir adamin ya da iki eliyle de ters, duz, bas asagi yazabilen bir kadinin fotograflarindan, 4 yaprakli yonca bulunca sevinenlere inat hayati boyunca 30,179 adet 4 yaprakli yonca (hatta bunlarin 8 tanesi 5 yaprakli, 65 tanesi 6 yaprakli, 6 tanesi 7 yaprakli, 2 tanesi 8 yaprakli, 1er tane de 9 ve 10 yaprakli yonca imis (ben Ripley's'in yalancisiyim)) bulan bir kadinin hikayesine gibi abidik gubidik bilgiler bulmak ve fotograflari gormek, kimisinin filmlerini izlemek mumkun. Belki 3 bacakli adami kendi gozumle gorsem, ya da yoncalar onume serilse etkilenirdim (olabilirdi halbuki bu, neden olmadi anlamadim.. cunku 1937 yilinda yoncalari toplamaya baslayan kadin, 37 yil sonra koleksiyonunu Ripley'e bagislamis...) ama resimler, vidyolar gormek beni pek sarmadi. Tamam enteransi, sasirtti ama o kadar iste.

15 Şubat 2009 Pazar

Yola Cikmak



15-22 Subat tarihlerinde Gorkem ile New York yolcusuyduk. Bilen bilir gecen sene ki Gorkem'in pasaport suresi vukuatindan sonra, annemin cabalamalari sonucu elimizde acik bir New York bileti vardi. Bende kendime bir bilet ayarladim ki, Gorkem'e eslik etme fikri uzun zamandir icinde bulundugum dengesiz ruh halimden cikmama da vesile olsun . Uzun zamandir gozumde buyuyen 10 saatlik New York yolculugunu o kadar buyutmusum ki (!), son dakikaya kadar bir turlu havaya giremedim. Canim hic bavul toplamak, seyahat plani yapmak ve yola cikmak istemedi. Insanlarin saskin bakislari arasinda "canim gitmek istemiyor.." seklinde gezdim, hatta cogu arkadasima durumdan soz etmedim...

Sonra yola ciktik; neredeyse tamamen dolu ucagimizda kemerlerimizi bagladik. Yol boyunca "chicken or pasta?", pizza, portakal suyu, domates suyu, kola, tuzlu fistik, pringles, m&m derken midemi hic ara vermeden calistirdim, hareket olsun diye koridorda yuruyenleri izledim (hayir ben neredeyse hic hareket etmedim ve bu durum bana hic koymadi, saniyorum butun gun bilgisayar basinda oturma konusunda ihtisas yaptigimdan olucak, 10 saat koymadi hic), film izledim, Ayse Kulin'in Veda'sini bitiridim ve uyudum. Bi de baktim ki, NY'a gelmisiz, sonu bir turlu gelmeye pasaport sirasina girmisiz. Neyseki oldukca neseli bir memura rasgeldik ve adamin sarkilari esliginda iceri girdik. Ondan sonrasi elinde 'Otman' yazili pembe kagitla karsilayan bir araba ve kuzenim Serdar'in evine hizli bir yolculuk. Sonrasi 58th Street 3rd Ave.da studyo bir dairede keyifli bir haftaya giris.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Gunay Ulubey Kebapcisi



'99 yilinda deprem korkusuyla Erenkoy'den Anadolu Hisari'na tasinana kadar, haftaicleri arada sirada ailecek gerceklestirdigimiz gezilerimizde evden pek uzaga gitmez, hatta yemek yiyecegimiz restoran konusunda da pek yaratici olmaya gerek duymazdik. En basta her kafadan bir ses ciksa da; pizza, kebap, hamburger gibi seceneklerin arasinda gidip geldikten sonra, hep ayni yere gitmeye karar kilardik. O gunlerde adi Gunay Uludag Kebapcisi, bugunlerde Gunay Ulubey Kebapcisi olan bu et lokantasina ben kendimi bildim bile gideriz. Menude bir cok secenek olmasina ragmen, ustunde once salca, sonra kizgin yag gezdirilen yogurtsuz iskenderden baska bir sey yemedim. Ne cok yerde iskender denedim ama hic biri Ulubey'in yerini tutmadi, hic biri bana burdaki kadar hafif ve lezzetli gelmedi diyebilirim. Yillardir sahibinden garsonlarina ve otoparkcisina, hic degismeden tam takim gorev basinda olan bu restoran, arada sirada ufak degisiklikler yapsada dekorasyon konusunda buyuk degisimlere gitmedi, modernlesmedi. Bu sirada elbette, lezzetlerinden de hic taviz vermedi. Bence ayni kalmasi, zamana kendini kaptirmamasi gayet iyi. Her gittigimde beni ayni biraktigim gibi karsilamasi beni cok mutlu ediyor. Eski gunlere goturuyor. Yillar gecse de aradan hic ama hic degismeyen bu restoran, her zaman benim favorimlerimden biri olarak kalicak.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Yakup 2



Minik kardesim, her gecen gun biraz daha buyuyor ve beni sasirtmaya devam ediyor. Gecen seneye kadar araba kullanmakla hic bir alakasi yok iken, yakin arkadaslari bir bir ehliyet alip sofor koltuklarina kurulunca, kendisinin de meraki bir anda depresti. Hemen kursa yazilindi, site ici turlara baslandi, sinavlara girildi. Yok parmak izi verdi, yok bilmem ne harci yatirdi, hic birini (ilk defa!) hic usenmeden surekli Beykoz emniyete defalarca tasinarak halletti. E o butun bunlarin ustesinden gelip, ehliyetini eline alinca, sira ehliyeti islatmaya geldi. Bizde ailecenek gecenlerde yeni kesfettigimiz Asmalimescit sokagindaki "Yakup 2"nin yolunu tuttuk.

Oncelikle bu aralar cok hosuma gitmeye baslayan Asmalimescit hakkinda bilgi vermek istiyorum. Bunu yapmanin en iyi yolunun Murat Belge'nin arastirmalarindan gectigini dusundugumden, Tarih Vakfı Yurt Yayınları arasında bastırılan "İstanbul Gezi Rehberi"nde Asmalımescit ve Yakup hakkındaki yazdiklarini direk buraya aktarmak lazim diye dusunuyorum.

"Asmalımescit ilginç bir sokaktır. Burada şimdi Refik ve Yakup gibi, aydınların da pek rağbet ettiği oldukça kurumlaşmış, ama gelenekten kopmamış meyhaneler var. Yakup’un yerinde, Maltalı Levanten Mizzi’nin İngilizce ve Fransızca yayımladığı "The Levant Herald" gazetesi çıkarmış. Bu sırada, ilerideki köşedeki bina da, ünlü opera bestecisi Donizetti’nin kardeşi, İstanbul’da saray Mızıka-i Hümayunu’nu kuran, şefliğini yapan, Osmanlılar’a marşlar besteleyen Donizetti Paşa’nın evidir. Antikacılığın "Sosyete mesleği haline gelip, İstanbul’un dört bir yanına yayılmadan önceki dönemlerde", Asmalımescit antikacı dükkanlarının bulunduğu bir sokaktı. "En yaldızlı paşa konağı mobilyaları" ile en "süslü" avizeler bu sokakta satılırdı. Sonra pek bir perişan hale geldi. Fakat her zaman bir özelliği oldu. Asmalımescit’in iki yanına dizili binaların bodrum katlarındaki "Hanımlı ve de bazen sazlı", "Efkar meyhaneleri" faaliyetini sürdürüyor."

Yakup 2, Asmalimescit sokaginda Yakup Arslan tarafindan acilmis bir meyhane. Yakup Arslan’ı yillar once Asmalımescit’e getiren amcası Refik'mis. Refik bu bölgede meyhanesi ile ün yapınca Rize’den yeğeni Yakup’u getirmis. Yakup, 1975 yılında Rize’den İstanbul’a gelip amcasının meyhanesinde komi olarak çalışmış. Yeterince pisince once Yakup 1’i, daha sonra Yakup 2’yi açmış Yakup Bey. Gerci bugunlerde Yakup 1 yok ama "Yakup 2" basarili bir sekilde hayatina devam ediyormuş. Internette okuduguma gore kimi Yakup 2'ye entel meyhanesi, kimi Istanbul’un eski Rum meyhanelerinin benzeri, kimi de içkili lokanta diyor. Dipdibe masalarina ragmen genis ve ferah salonunda hizmet veren meyhanenin duvarları eski tiyatro, konser, sergi afişleri, gazetelerden, dergilerden kesilmiş yazılar ve resimlerle kaplı. Butun bu ayrintilar cok hos, nostaljik bir hava yaratiyor.

Sonuc olarak; baliktan ete, zengin meze cesitlerinin esliginde rakidan saraba cesit cesit lezzetle senlendigimiz bu "ehliyet islatma" gecemiz oldukca keyifli gecti. Yaprak cigeri cok meshur olmasina ragmen, yine benim gonlumu fethedemedi ama ince ince dilimlenmis kizarmis patatesleri beni bende aldi, hafizamda yer etti. Rezervasyonsuz yer bulmanin imkansız oldugu duydugumuz Yakup'a o kadar erken gittigimiz icin de, geceyi 12 olmadan noktalamaya karar verdik. Dolayisiyla restoran sahibinin masalari birbir dolasmasini ve hal hatir sormasini goremedik ama yine de mutlu mesut, cakirkeyif ayrildik meshur Yakup 2'den.

5 Şubat 2009 Perşembe

Almost Famous



Almost Famous; 2000 yilinda hayata gecmis, Cameron Crowe tarafindan yazilip yonetilmis bir komedi/drama filmi.

Filmde genel olarak anlatilan, daha 15inde olan genc bir yazarin, Rolling Stone icin bir yazi hazirlamasi istenince bahsi gecen muzik grubu, Stillwater'in pesine takilip onlarla turneyi cikmasi, kendisinden oldukca farkli olarak 70lerin ruhunun benimsendigi havayi solumasi, alakasiz gibi gozuken grup elemanlariyla dost olabilmesi ve elbette olmazsa olmaz asik olmasi konu edilmis. Bazi noktalarda yok artik dedirten bu ucuk kacik hikaye, meger Crowe'un kendi hayatindan esinlenerek olusturdugu, bir nevi otobiyografisiymis. Hikayede adi gecen gruplar, olaylar birebir gercek olmasa da, gercek bir suru olaya, kisiye, sarkiya gondermeler yapilmis. Ben maalesef bu gondermelerin cogunu kacirmis bulundum. Muzik bilgimin eksikliginden ve anlattigi 70li yillarda annem bile henus 10 kusur yasinda oldugundan, filmden tam randiman alamadim ama yinede filmi cok begendim. Oyuncular, oyunculuklar, mekanlar ve olaylar, insanlarin ruh halleri; filmi izlerken insani oyle bir sarmaliyor ki insan kendini hicte bu ortama yabanci hissetmiyor, hatta kapilip filmle beraber akip gidiyor.

Cok begendigim bir jenerik ile baslayan film daha ilk dakikadan kalbimi kazandiktan sonra, hic teklemeden akici bir sekilde ilerledi. Ucagin turbulansa girdigi sahne favorilerimdendi!

1 Şubat 2009 Pazar

Tatli Pazar


Pazar gununden ufak bir hatira.

Gerek isten gec dondugumden, gerek yediklerime dikkat etmeye calisirken elimi ne buzdolabina, ne de ocaga surmek istemedigimden mutfaklardan uzak kaldim... ama ustunden duman tuten browni ve bir bardak sut icin ani bir donus yaptim. Sanirim arayi cok acmisim, bir dilimi bir kere de yiyemedim. Oglen basladigim isi, ancak aksam bitirebildim. Kendimi taniyamamaya basliyorum...

Ezber Bozmak "ya da" Bozmamak

Tasarim hayatimizin her tarafinda, hayatin temposu icinde sık sık unutuyoruz ama aslinda o surekli etrafimizda, elimizin altinda... Tasarimin estetigi var/zevksizi var, siradani var/orjinali var... yani bir tasarimin basarili ya da basarisiz olmak icin bir cok kalemi var ama ne olursa olsun bir cok tasarimciya gore tasarimin makbul olani; soru sorabilen, düşündürücü ve şaşırtıcı olabileni. En azindan goz onunde bulundurulmasi gereken hususlarin basinda bunlar geliyor. Gerci, bize temel tasarimda ogretilen, sanatcinin soru soran/yaratan, tasarimcinin ise sorulari cozen kisi oldugu seklindeydi ama olsun. Tasarimci gerektigi zaman cozum uretip, gerektiginde de soru sordurabilmeli, bazi konularda bilinc yaratmak icin elinden geleni ardina koymamali diye dusunuyorum.

Tasarimi hayatimizin her alaninda kullaniyoruz ve tuketiyoruz. Sonra bir gun ansizin (sonunda) birileri ortaya cikiyor ve bu tuketimi sorguluyor. Elbette ki onlar tasarim tuketiminin karsisinda olmadiklarini soyluyor ama elestirmeden edemiyorlar. Zaten isleyen bir sistem varken, yeni nesneler icat etmeye, yeni kullanim alanlari ve ifade alanlari yaratmaya gerek yok mu acaba diye bir dusunce ortaya atiyorlar. Onlar, Nuray Togay ve Aslihan Ozgen yani "Ya da Tasarim". Trendsetter'daki röportajlarinda, Turkiye ile ilgili olan bir tespitleri cok ilgimi cekti ve onlara katilmadan edemedim. Diyorlar ki, "Turkiye'deki yaygin tasarim anlayisi neden israrla bir tuketim toplumu yaratmaya hizmet eder bunu kavramak guctur. Her bir seyin yuz binlerce benzerini uretmekten ve almaktan ne bunaliyor ne de sıkılıyoruz cunku. Uyusturulmus gibiyiz." Gercekten de dusununce oyleyiz! En basitinden, kendimizi ifade etmeye en cok imkan buldugumuz genclik yillarimizda, genclerin kendilerini en kolay ifade yontemi olan kiyafetlerinde bile o zamanlarin tabiriyle "kizilay dagitmis" imaji veren tek tip giysiler, aksesuarlar ve ayakkabilar her yerdeydi, sanki uyusturulmuslar gibi. Tabi o zaman oyle dusunmuyorduk, sanki bedava dagitilmis ve herkes ustune giymis diye dalga geciyorduk;)

Neyse "Ya da Tasarim"a donecek olursam, onlar bu ulkede tasarim talep edilmiyor dusuncesine takilmadan, piyasa aliskanliklarinin disina cikilmasi gerektigini ve ancak tasarimcilar bu yolu acarlarsa, o zaman tuketicinin seceneklerinin coklugunu farketmesi ve sorgulamasi ile vizyonunun genisleyecegini dusunuyorlar. Onlar piyasa aliskanliklarinin disina cikmayi; standart kaliplarin, kliselerin ve ezberlerin karsisinda durmak olarak goruyor ve degismezlerle oynayip, kolayciliktan kaciyor, aliskanliklarimizi bir nevi hice sayiyorlar. Ustunde oynamaya karar verdikleri ilk tasarim urunu, gunluk hayatimizin vazgecilmezi defterler. "Neden bir defter sadece duz, cizgili ya da karelidir?" diye soruyor ve kendi deyimleri ile ciddiyet ve kaliplara karsi cikarak sacmalama haklarini kullaniyorlar. Ortaya cikan sonuc kareli defter ya da kareli defter, cizgili defter ya da cizgili defter... Yani aslinda soylemek istedikleri defter var, defter var. Neden defter diyince hep ayni sey aklimiza gelmek zorunda... Fikir cok guzel, kesinlikle katiliyorum ve yeni tasarimlarin pesine dusmeyi onayliyorum, beni oldukca heyecanlandiriyor bu durum ama defter ustunde yapmis olduklari degisimi de oldukca ucuk bulmadan edemiyorum. Cunku yaptiklari degisim, defterin kullanim seklini zorlastiriyor, islevsizlestiriyor. Bunu sadece anonim bir nesne olarak dusundugumuzde sorun yok ama kliseleri bozma esnasinda bu kadar onemli bir tasarim nesnesinin kullanim amacindan saptirilacak sekilde degistirilmesi ne kadar dogru, bilmiyorum.

Ya da Tasarım, Beyaz Seri





Yani aslinda konu, endüstri ürünleri tasarımı olunca yenilikleri, gelistirme calismalarini destekliyorum ama ezber bozarken islevini korumak ya da yenisini eklemek yerine bozmak dusuncesine anlam vermiyorum. Bugun yeni buldugum ve olcukca iyi isleri oldugunu dusundugum bir tasarim studyosundan da ornek vereyim de, tam olsun;)

Fulguro, SYR–UP

Prototype glass
Water is never as beautifull as when it has been coloured and flavoured by all kinds of fruit syrups.
This set, made out of moulded-inflated glass, is based on the idea that people usually have trouble finding the adequat quantity of syrup they should mix with their glass of water to make it taste good.
By sloping like a Pisa tower, the glasses and carafe have an angle on the bottom. When the syrup has reached the top of the slope, users can then fill up the container with water.
The slope generates a graphical way to check the syrup level.
FROM NOW ON, YOUR SYRUP WILL ALWAYS BE SWEET ENOUGH!
Glasses: 3 dl. and 5 dl.
Carafe: 1,5 liter




Bardagin dibinin acili olmasi sadece estetik bir unsur olarak gelistirilmemis. Bir mantigi var bu degisikligin ve de insanin gercekten icine sinen bir tasarim olmasini sagliyor bu yenilik.

Fulguro, LA MAIN A LA PATE

Designing bread
Workshop with the industrial design class at écal.
Exhibited in St-Etienne's design biennal.
Won the price of best school presentation
A baker of St-Etienne produced a serie of 200 of our parisian bread.
Participants: Isabelle Schwager, Abdelaziz Bousetta, Cédric Decroux, Yves Fidalgo, Cédric Fontana, Axel Jaccard, Philippe Michelot, Mohammed Nadini.

PARISAN BREAD



FONDUE BREAD


Gunde uc ogun yemek yedigimiz ve masamizdan ekmegi eksik etmeyen bir toplum oldugumuz asikar. Peki ekmege yogrulduktan sonra farkli bir form ile firina verseydi firincilar, sasirmaz miydik? Belki ustunde dusunulse, tuketimde bir kolayliga vesile olacak eglenceli ve dusundurucu bir degisim yaratilamaz mi, ayni fondu ekmeginde oldugu gibi...

Blogum ve Ben

Gazetelerde surekli olarak blog tutmak ustune yazilar goruyorum, okuyorum. Insanlar neden blog tutuyormus, ne anlatmak istiyormus, para kazanma kaygilari var miymis/yok muymus, nasilda kadinlar genelde yemek ustune/erkekler teknoloji ustune yazip ciziyormus, vs... Murat k. Girgin isimli bir blogcu Türk blogcularin profilini cikarmak icin, Türkiye’de Blog Yazarlığı Araştırması yaparak bir rapor hazirlamis. Rapora soyle bir baktiktan sonra; ben de ne yaziyorum, ne kadar sık yaziyorum fln diye dusundum ama hepsinden onemlisi ben neden yaziyorum?

Gecen sene Milano'da yasamanin hayatima getirdigi farkli renkleri; keyif ve sıkıntıları sevdiklerimle paylasmaya calisiyordum yazilarim ile. Yanı basinda olamadıgım arkadaslarım ile iletisime gecmenin bir yolu olarak goruyordum blogumu. Ayrica bol bol seyahat etme firsati buldugumdan, gordugum yerlerin kaydini tutmanin da bir yoluydu yazilarim. Master programim bitince, "beginners italian" olmaktan ciktim dogal olarak ama ben yasadiklarimi, hayatimdaki ayrintilarini karalamaktan vazgecemedim. Bu sefer de kendime "intermediate turkish" dedim ve aklima gelen her sey hakkinda yazmaya devam ettim.

Simdiye kadar blogumda; ben ne sadece yemek ustune yazdim (tmm belki cok yiyor, yedikce paylasmak istiyor ve bazi arkadaslarimdan tepki aliyorum!) ne de gezdigim yerleri anlattim. Hem yediklerimden, hem gezip gorduklerimden, bazen cektigim fotograflardan ya da ziyaret ettigim sergilerden, izledigim filmlerden/tiyatrolardan, beni acayip mutlu eden ya da tadimi kaciran seylerden bahsedip durdum hep. Surekli hayaller kurup, her gecen gun onumuze yeni hedefler belirlerken ve onlara ulasmayi beklerken gecen zaman, yani o hedefe ulasma yolunda yasadiklarim, hayatima dair olan hersey ustune canim her istediginde yaziyorum. Gerci hedeflerimden hic ama hic bahsetmiyorum burda, cunku kendileri mutemadiyen degisiyorlar ve blogum hizlarina yetisemiyor. Olsun! Sanirim beni hedeften cok, o yolda karsilastigim ayrintilar ilgilendiriyor. Birbirinden alakasiz detaylar beni mutlu ediyor.

Neden yazdigim konusu ise oldukca muallakta... Evet, yazmak ve yazdiklarimi paylasmak cok hosuma gidiyor. Ayni sekilde surekli olarak gorusemedigim arkadaslarimin hayatlarini takip etmeme de bu platform olanak sagliyor. Ama hepsinden onemlisi, varliginin farkinda oldugum bi konsantre olma problemim var, herseyi unutmama sebebiyet veren. Tarihleri, kisi ve isimleri, izledigim filmleri, okudugum kitaplari, hatta yasadigim olaylari unutuyorum ve bu canimi cok sıkıyor. Neyse bende yaziyorum iste, paylasiyor ve istedigimde geriye bakip benim gibi ayrintilari unutmayan blogum ile hafizami tazeliyorum. Kendimi onunla daha iyi hissediyorum.