31 Aralık 2010 Cuma

Yıl Sonu

Son dakikaya kadar bi belirsizlik, bi gecenin akibetini tahmin edemezlik hakimdi yılın son gününe. Geçtiğimiz bir kaç yıldır bir çok plana dahil olup, son anda cayan biri olarak plan yapmadım bu sefer. Spontane takılmaya karar verdim, az daha dibe vuruyordum, hatta vurdum... 12'ye bi kaç saat kala Tuba'yı aradım, kuaföre gittim, şarapları paketledim, 1 tepsi! baklavayı Atapol'a yollattım ve kaybolmadan arkadaşlarımın yeni evinin yolunu buldum.


Ağacın süslenmesi, yemeklerin tüketilmesi, kokteyllerin yapılıp pasta, kurabiye, baklava ayırdetmeden mideye indirilmesi göz açıp kapanıncaya bitmişti. Boyacıoğlu hanesinin bir klasiği olarak ağacın önünde fotoğraf çekildik. Tombalayı Yonca'nın şen sesi eşliğinde oynadık, Senem ile ben gece damgamızı vurduk resmen. 2011'in aynı şekilde ikimize de uğurlu gelmesini diliyerek geceyi noktaladık.


Geceyi noktaladık mı dedim? Kendime adıma konuşmam gerekirse, hiç beklenmedik şekilde kendimi karşıya geçerken buldum. Otopark fiyaskosu, şarj sorunsalı, nakit sıkıntısı, soğuk ve her cins insanın sokakta cirit atması durumuna rağmen Osmanbey'e vardım, ordan da Nişantaşı'na! Madem kemikleşmiş huylarımı, takıntılarımı yıkmak niyetindeyim dedim kendime, al sana...

2011


Önüm arkam sağım solum, hatta içim dışım malum. Ondan başkasını düşünemiyorum. Dolayısıyla bol kostümlü, bol fotoğraflı, dolup dolup taşan stüdyolu bir yıl diliyorum kendime. Kadir kısmet tabi ama inanıyorum, 2011 yarayacak Galata esnafına:)

30 Aralık 2010 Perşembe

Big Chefs- Büyük Buluşma


Nihan bir mail attı geçenlerde. Sıla ve Merve İstanbul'a geliyorlarmış, buluşsak ne güzel olurmuş... Grup oldukça kalabalık ve kızlardan biri Boston'dan biri Londra'dan gelicek olunca, buluşma uzak bir ihtimal gibi gözüktü önce. Sonra mailler havalarda uçuştu ve stüdyoda buluşuldu. Yılbaşı arifesinde mucize gibi bişi oldu. Önce kendimizi son havadislere kaptırdık, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Aklımıza yemek düşünce Şişhane Big Chefs'i arayıp rezarvasyon yaptırdık...

Büyük Hendek boyunca yürüdük salına salına, aynı eski günlerde yurtlardan yemekhaneye yürüdüğümüz gibi. Ekip tam takım değildi ama tama yakındı. Muftağın hemen yanında bize ayrılan büyük masa ise tam bize göreydi.

Duvarda dekor mahiyetindeki şaraplar tüm gece gözümüzü alırken, bizimkiler GripSavar içerek geceye başladı. Sohbetin doruğunda büyük tepsilerde servis edilen çaylar ile gece noktalandı. Arzu'nun kardeşi lambadan sarkan kurabiyeleri de yedi ya, ortamda silip süpürülmedik bişi kalmadı.


28 Aralık 2010 Salı

Kosinitza



Murat'ın uzun zamandır ağzında gevelediği Kuzguncuk mevzusu sonunda açıklığa kavuştu. Vedat Milor'un tadı damağımda kaldı dediği deniz ürünleri ağırlıklı menülü Kosinitza'nın yolu tutuldu. Galata'dan gelince zorlu bir yol maratonu aşmamız gerekti ama Kuzguncuk ışıklardan içeri girip hemen sağda bir kaç masalı ufacık mekanı görünce rahatladım. Leziz yemekleri ve birbirinden güzel şarapları ile ün salmış mütevazi mekana hemen ısındım.

Beyaz şarabımızı yudumlarken, orta masadaki soğuklardan başladık, ara sıcaklara ara vermeden devam ettik. Ana yemekleri ise hiç göremedik... Sanıyorum bir seçim yapmamız gerekiyormuş, soğukların ve ara sıcakların bizi bu kadar zorlayacağını düşünmedik.

Balık çorbası, deniz mahsülleri pilavı güzeldi ama karamelize soğanlı çiputa filetosunın, somon dilimleri arasında közlemiş patlıcanın ve ızgara ahtapotun tadı damağımda kaldı. Aklım ise Kosinitza'da... İşletme sahibi İbrahim Özyürük'ün ilgi ve alakası takdire şayandı desem, abartmış olmam heralde.

24 Aralık 2010 Cuma

Balıkçı Sabahattin


Sultanahmet'i avucumun içi gibi bilmem ama biraz bilirim. Son zamanlardaki otel görüşmeleri sırasında ara sokaklara da girdim çıktım. Ne tarafa gitsem, ben burdan geçmiştim, ben burayı biliyordum oluyorum. Balıkçı Sabahattin de ismini duymuş olmama rağmen, yerini bilmediğim ama merak ettiğimdi. Rezervasyon yaptırdık, yola çıktık. Bi kaybolduk bi kaybolduk ki anlatamam. Allahtan Sultanahmet çok keyifliydi. Sokaklar bomboş, insanlar tek tük.. Otoparkına arabamızı bırakıp, bahçedeki kapalı alanlardan birine girdik. Aralık 24'ü olmasına rağmen cennet gibi olan ılık havanın tadı çıkarttık. Mezelerimizi ısmarlarken, deniz mahsüllü pilavını, patlıcan salatasını atlamadık.

Muhabbet güzel olunca, mezeler de yanına yakıştı. Biraz şarap, biraz mezeyle karnımız doydu desem yeri ama üstüne kalkan söyledik. Tatlı ve meyve tabağını gördüğümde, durmanın zamanı çoktan gelmişti. Yemeklerin lezzetleri fena değildi ama ... Ortam, Sultanahmet tarafının ambiansı dolayısıyla keyifliydi. Bir dahaki sefere arabayla gitmek yerine yaya gitmeyi ve meydan çevresinde yürümeyi öneriyorum kendime.

2 Aralık 2010 Perşembe

Belgesel


Belgesel izlemeyi severim. İstanbul hakkında belgeselleri daha da çok severim. Birden çok imparatorluğa başkentlik yapmış, dolayısıyla da bir çok kültüre ev sahipliği yapmış İstanbul’da yaşayan çeşitli cemaatlere mensup sanatçıların tanıtıldığı ve bu şehrin onlara verdiği ilhamın konu edildiği belgeseli duyunca da merak ettim, bu sanatçılar arasında kimler varmış diye baktım. Sanatçılar arasında Ara Güler, İzzet Keribar ve geçenlerde tanıştığım Habib Gerez isimlerini görünce Annie G. Pertan'ın belgeseli Kültürel Farklılığın Renkleri'ni kaçırmamak için burnumuzun dibindeki Tarık Zafer Tunaya'nın yolunu tuttum. Babaannemlerin ve annemlerin nikahlarına ev sahipliği yapmış eski evlendirme dairesi, yeni kültür merkezine sonunda gitmiş oldum.

35 saat süren söyleşilerden kesitler, İstanbul'da yaşayıp, bu şehir ile beslendiklerini söyleyen sanatçıların çalışmalarından örnekler, tarihi yarımadanın ve Boğaziçi kıyılarının yanı sıra İstanbul’un farklı kültürlerini barındıran yerleşim yerleri: Balat, Fener, Hasköy, Galata, Kurtuluş, Şişli, Beyoğlu ve Boğaz köylerinden görüntüler ve müzikler ile keyifli bir belgesel çıkmış ortaya.

Sanatçılardan bazıları, Ahırkapı Roman Orkestrası, Lolita Asil, Leonidas Asteris, Kobra Murat, Sibel Horada, Selim Sesler, Robert Haddeler, Hayko Cepkin, İzzet Keribar, Ara Güler, Suzy Hug –Levi, Erol Sarrafian, Habib Gerez...

Pera Müzesi ve Tarık Zafer Tunaya'dan sonra son gösterim, 20 Ocak’ta Sismanoglio Megaro’da (Şişmanoğlu Konağı).

20 Kasım 2010 Cumartesi

Korčula

Bayram tatilimizin son günü en keyiflisiydi. Kimseye bağlı kalmadan gezmek, istediğin yerde durup fotoğraf çekmek ne güzel şeymiş, Gür ailesinin daveti sayesinde hatırladım. Tur paket programında olmasına rağmen gitmeyi hiç düşünmediğim Korčula adası, rehberimiz tarafından çok methedilince, geze geze ona doğru gitmeye karar verdik.



Dubrovnik'in batısına doğru 50 km ilerleyip Ston'da ilk molamızı verdik. 5.5 km'lik şehir surları ile Avrupa'nın en uzun surlarını arasında sayılan, Çin Seddi'nin de hemen arkasından gelen surlar Ston merkezden bağlayıp, bir bilinmeyene doğru dağlara çıkan duvarları izledik. Ston sonrasında üzüm bağları ile kaplı yarımadanın içinden geçerek Orebic'e geçtik. Ordan da feribotla ver elini Korčula.



Korčula, Adriyatik denizinde, 16.000 nüfuslu bir ada. Tahmin edileceği üzere de Dalmaçya kıyılarında. Adaya arabalı feribot ile geçiliyor. Marco Polo'nun doğduğu ev adada bulunuyor.



Çam ağaçları ile kaplı adada, eski şehir bölgesini kaplayan Venedik tarzındaki yapılar insanı adaya hayran bırakıyor. Bizi hayran bırakmasının dışından şaşkınlık içinden bırakan ise, adanın boşluğu oldu. Resmen in cin top oynuyordu...




O kadar boştu ki, yemek yiyecek yer bulmakta zorlandık. Bir markete girip, ekmek arası sandviç yaptırmayı en uygunu bulduk.





Feribotumuzu kaçırmamak için, yemeğimizi de dönüş yolunda yedik. Her döndüğümüz dönemeçte, o kadar güzel manzaralar bizi karşıladı ki, sürekli durduk, sürekli adriyatik üstü bulut fotoğrafları çektik.


19 Kasım 2010 Cuma

Karadağ

Mostar gezimizden çok memnun kalınca, Karadağ'a da aynı turla gitmeye karar verdik. Küçük grup ile seyahatin faydalarını her bakımdan gördük ya, devam. Ne kadar az insan, o kadar hızlı hareket, sınırlardan o kadar hızlı geçiş, o kadar az türk...

Sabah kahvaltısı sonrası, minibüsümüz bizi otelden almaya geldi. Bu sefer harita üstünde Dubrovnik'in sağına doğru yol aldık. Karadağ sınırına ulaşmak pek uzun zaman almadı ama sınırı aşmak, Bosna'ya girmekten çok daha uzun sürdü. Bu sefer pasaportlar görevliler tarafından tek tek toplandı. Bizim rehber şaşkın, sınır görevlileri ondan şaşkın. Adamlar uzun zamandır boş takıldıklarından, birden onlarca otobüs sınıra dayanınca neye uğradıklarını şaşırmışlardı.


Eski Yugoslavya'yı oluşturan altı cumhuriyetten biri olan Karadağ, Kosova'dan sonra dünyanın en yeni bağımsız 2. devleti. Bizim rotamız ise Karadağ kıyı şeridi boyunca, önce Kotor sonra Budva. Kıyı şeridi 293 km olunca, bol bol plajları olan, bu plajları da oldukça popüler olan bir yer Karadağ ama plajları kadar irili ufaklı koyları, girinti ve çıkıntıları ile yolculuk için zevkli bir parkur. Doğal bir liman olan Kotor, Adriyatik kıyısında fiyort benzeri bir oluşum. 'İlla yazın gelinecek diye bir durum yok yani' diye ikna ettim kendimi. Bulutların ve onları takiben yağmurun tadını çıkarmaya baktım.


Her noktadan manzara bi başka güzeldi ama biz burda durduk. Etrafımızda dönen koy o kadar güzeldi ki, çektiğim fotoğrafların hiç birini o etkiyi veremediğinden sevmedim. Dolayısıyla sadece durduğumuz noktadan ve o noktanın yerlisi bir dalmaçyalıdan bir kaç fotoğrafı uygun gördüm.


Benimkine olan özlemim mi kabardı bilmiyorum, köpeği çok sevdim ama o beni, benim onu sevdiğimden daha çok sevmiş olacak, tepeme çıktı desem yeridir. Görkem tutmasaydı, benimle minibüse binmekte bir sakınca görmüyordu.


Kotor, yeni bir yerleşimi de olmasına rağmen, çevredeki bir çok şehir gibi eski şehri ile anılıyor. Kotor'un Old Town'u, Güneydoğu Avrupa'da en iyi korunmuş ortaçağ şehri olarak biliniyor.


Yerel rehberimizin ufak turundan sonra serbest zamanımızı elimizde harita ile dolanarak geçirdik. Dubrovnik ve Mostar'daki dükkanlardan çok daha şık dükkanlar Kotor'da karşımıza çıktı. Bar, kafe ve restoranlar tarafından işgal edilmiş eski şehirde, bir çok meydan ve her meydanda da bir kilise mevcut. Eski binalar çok güzel korunmuş, saksı saksı çiçeklerle yeşillenmiş, rengarenk kepenklerle canlı.




Sonuç olarak Kotor güzel. O kadar çok meydanı var ki, kimsenin olmadığı, hatta içinden pek kimsenin geçmediği bi tanesinde oturup ıspanaklı börek, marmelatlı çörek yemek bile mümkün.


Kotor sonrası, Budva yoluna çıktık. Avrupa Jet Sosyetesinin uğrak yeri olarak Budva'ya girmeden önce de, Sveti Stefan adasına tepeden baktık. Eski balıkçı kasabası, şimdi özel bir işletme olarak çalışan, anakaraya daracık bir yol ile bağlı olan yerleşim.


Budva, Karadağ turizminin kalbi olarak bilinen bir şehir. Havadan mıdır nedir, bu şehrin özelliğini pek anlayamadım şahsen. Eski şehir desen var, lüks teknelerin bağlandığı limanı var, uzunca bir sahili var ama ruh yok. Ya da mevsimsel nedenlerden dolayı bana öyle geldi. Herhalde jet sosyetenin bir bildiği var da, buraya geliyorlar, değil mi? Rusya ve Sırbistan'dan ünlüler geliyormuş, sahilleri meşhurmuş... Bana sanki bizde alası var gibi geldi:) Eski şehir de, Kotor'un ki kadar büyük ve güzel değildi. Yine de dolandık, yağmuru yedik ve bu seyahatin bir klasiği olarak yine yemeği yiyemedik!


Hayalet şehir



Karadağ'ın köpekleri isimli arşivimden...

Yemek Budva'da da fiyasko oldu. Sosyetik Budva'da, funghi ısmarlamama rağmen, en son elimde aluminyum folyaya sarılı margarita'mla koşarken görüldüm. Karadağlıları genellemek istemem ama akıllarından şüphe etim, ha bi de esas gelir kaynakları turizm olan bu adamlar jet sosyeteye ya da her hangi bir turiste nasıl hizmet verebiliyor merak ettim.

18 Kasım 2010 Perşembe

Mostar

Bizim tur şirketleri fiyatları şişirince, kendimi alternatifleri kovalarken buldum. Adreatic Tours'u keşfedince rahatladım, Hırvatistan dışı destinasyonlara onlarla gitmeye karar verdim. Tanımadığımız insanlarla, daha ufak bir minibüs içinde, komik ingilizceli ve bol esprili rehberimiz ile Bosna Hersek- Mostar yolu beklediğimden keyifliydi. 3 sınır geçişine rağmen, 2 molalı 3.5 saatlik yol su gibi geçti.



İlk sınır geçişinden sonra Neum'da durduk. Bulutlu manzaranın keyfini kahve eşliğinde çıkardıktan sonra, Hırvatistan'a tekrar girip çıktık. Listeler halinde isim ve pasaport numaralarının verildiği son sınır geçişinde baya bi bekledik.. İkinci durağımız ise, Türklerin Bosna topraklarında kurdukları ilk köy, Osmanlı köyü, Poçitel. Neretva isimli bir ırmağın yanında, yemyeşil bir dağın yamacında kurulu ufacık bir yerleşim. Camii, konakları, hamamı ile minyatür bir şehir gibi çıktı karşımıza aniden. Köy iyiydi güzeldi ama Türk tur şirketleri ile seyahat etmeyerek uzak durmayı başardığımızı zannettiğim Türklerin istilasına uğramıştı bile vardığımızda. Fotoğraf çekmemi nerdeyse imkansız kılan karınca ordusu kıvamındaki turistlerden fırsat buldukça gezdik, hiç yabancılık çekmedik.




Poçitel sonrası, Mostar'a girdik. Yerel rehberimiz bizi karşıladı. Savaş sonrası zarar gören yapıların bazıları aynen korunmuş, iç burkan atmosfer baki kalmış, delik deşik duvarlar insanın canını yakıyor.



Mostar denince akla iki köprü geliyor, old brigde ve crooked bridge. Crooked Bridge, 'Old Bridge'in deneme versiyonuymuş. Sokakları, dükkanları, camisi, tabakhanesi, Fransızlar tarafından restore edilen hamamı, her şey Osmanlı kokuyor Mostar'da. 13-18 y.y. arasında uzun süre Osmanlı egemenliği altında kalınca, Türk kahvesi yerel içecekleri, dolma, sarma, börek, cevapcici (köfte) yerel yemekleri olarak benimsenmiş.


Şehrin simgesi 'Eski Köprü', savaşta zarar gören herşey gibi yerle bir olmuş '93 yılında. Camii, kilise, sinagog hepsi zarar görmüş. Türk bir firma 2000 itibariyle köprüyü aynı değerlerde baştan inşa etmiş. Yeni gözüken taşlarına rağmen, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprü çok etkileyiciydi. Üstüne çıktık, sağından baktık, solundan baktık, doyamadık. Bide hava güzel olsaydı da, daha iyi bir görüntü ortaya çıksaydı diye düşünmekten bir türlü kendimi alamadım. Gerçi köprü hayalimde kurduğumdan farklı çıktı, sanırım gözümde çok büyütmüşüm.

Yürürken ayaklara masaj yapan yoldaki taşlara 'kaldırma' deniyormuş.


Şu anda tüm dinlerin kardeşliğinin barışını simgelediği söylenen haç (güyya), savaşı tetikleyenlerdenmiş...


Koski Mehmet Paşa Türbesi sonrası savaştan kalan eşyaları satan dükkanları, tablo satan galerileri gezdik. Yemek yiyecek bir yer aradık ama Türk kalabalığından ne mümkün! Girdiğimiz her yerde ya boş masa yok, ya da börek. Şadrvan diye tavsiye edilen restorana oturmaya çalışmak ise hepsinden imkansızdı. Çalışanlar hayatlarında böyle kalabalık görmemiş gibi davranıyordu. Azarlanmaya bile razı olarak, başkalarının masasını paylaştık. Sipariş verdiğimiz karışık yemek tabağı buluşma saatimiz olan 15.00'e 5 dk. kala gelince, en hızlı yemeğimizi yiyip minibüse koşarak döndük.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Dubrovnik



Sabah 6.30 uçuşu için 3.30'da havalimanında olmamız gerektiği söylendiğinden, uykusuz ve yorgun Sabiha Gökçen'in yolunu tuttuk bayramın 2. günü. Yorgunluktan nasıl geçtiğini anlamadığımız 2 saatlik uçuş sonrasında, tekerlekler Hırvatistan'a dokunduğu anda, uyanıp hiç bişi olmamış gibi 4 gece kalmalı, 5 ful gün gezmeli bayram programımıza start verdik, sanki karnımız tokmuş, uykumuz yokmuş gibi. Direk Dubrovnik'e uçtuğumuzdan, otobüsle 'Eski Şehir'e gitmemiz çok uzun sürmedi. Yolda öğrendiğimiz abartılı ekstra tur fiyatlarının şokunu atlatamadan, şehrin 'Pile' kapısından içeri girdik.


Eski adı Ragusa olan Dubrovnik, Adriyatik kıyısında güzel mi güzel bir orta çağ şehri olarak karşıladı bizi. '91 yılındaki iç savaş sırasında büyük bir bölümü zarar gören şehir, UNESCO desteğiyle gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları ile eski haline kavuşmayı ancak 2005 yılında başarmış. Onofrio çeşmesinin yanından geçip, Stradun boyunca yürüdük. Sağlı sollu dükkanları ile oldukça geniş taş bir cadde olan Stradun, tabela kirliliğinden nasibini almadığından hemen kendine aşık etti beni.


Saat kulesi, Rektör'ün evi, Sponza Palas, Dubrovnik Katedrali, yerliler için kurulan pazar derken 'old harbour'a vardık ve şehrin bittiğini üzülerek anladık. Deniz ürünleri satan sürüyle restoranları, düzenli sokakları boyunca düzgün taş binaları ile mutlaka gidip görülmesi gereken (mümkünse sevgiliyle) ufak ama çok şık ve romantik bir şehir Dubrovnik, adeta bir film seti.

1 euro'ya 7 küsür kuna aldığımız para değişiminden sonra saati öğlen edip, pas geçtiğimiz kahvaltı yerine direk pizza ile Poklisar'da öğlen yemeğinden başlamaya karar verdik.


Pizzalar o kadar büyük geldi ki, bitiremedik ve buluşma saatini geçirmemek için Stradun boyunca koşarak geri döndük. Otelimiz Lero'ya bavullarımızı yerleştirmek ve biraz kestirme için 'old town'dan ayrıldık. 3 yıldızlı otelimizin temiz yatakları bizi karşılayınca, yığıldık kaldık bir süre ama bende uyayacak göz olmadığından 15-20 dk. yürüme mesafesindeki merkeze doğru harekete geçtik. Adriyatik ayaklarımızın altında olduğundan manzara süperdi.


Çıkmadan dönmeyin dedikleri şehir surlarını hedef belirledik ve 70 kuna'ya tepeye tırmanıp, 2 km'lik parkuru bol bol manzaranın tadını çıkarıp, fotoğraflayarak, kırmızının tonlarında kiremitlerle kaplı çatıları ve kırık dökük balkonlu ve pencereli evleri inceleyerek tamamladık.





İndiğimizde ne bacaklarımız tutuyordu, ne kolumuz kıpırdıyordu. Bu zorlu parkuru tamamladığımız için, soğuk havaya rağmen kendimizi dondurma ile ödüllendirdik.


Gerisi dükkanlara bakmaca, fotoğraf çekmece ve Stradun'un keyfini çıkarmaca, diğer Türklerden fırsat kalırsa... Bir söylentiye göre bayram için 5000 türk gelmiş Dubrovnik'e! Bağıra bağıra konuşan insanların muhabbetleri hem canımı sıkıp, hem de beni yorunca mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmak kaçınılmaz oldu bana. Markete uğrayıp, otele otobüsle döndükten sonra, fiyasko bir akşam yemeğini takiben Gümüş, Binbir Gece ve Ezel'i görmek televizyonda şaşkınlık ve saçma bi tebessüm yarattı bende. İstanbul'da oturup izlemediklerimi, Dubrovnik'te uykuya dalarken izlemek çok alakasızdı.