Sabah 6.30 uçuşu için 3.30'da havalimanında olmamız gerektiği söylendiğinden, uykusuz ve yorgun Sabiha Gökçen'in yolunu tuttuk bayramın 2. günü. Yorgunluktan nasıl geçtiğini anlamadığımız 2 saatlik uçuş sonrasında, tekerlekler Hırvatistan'a dokunduğu anda, uyanıp hiç bişi olmamış gibi 4 gece kalmalı, 5 ful gün gezmeli bayram programımıza start verdik, sanki karnımız tokmuş, uykumuz yokmuş gibi. Direk Dubrovnik'e uçtuğumuzdan, otobüsle 'Eski Şehir'e gitmemiz çok uzun sürmedi. Yolda öğrendiğimiz abartılı ekstra tur fiyatlarının şokunu atlatamadan, şehrin 'Pile' kapısından içeri girdik.
Eski adı Ragusa olan Dubrovnik, Adriyatik kıyısında güzel mi güzel bir orta çağ şehri olarak karşıladı bizi. '91 yılındaki iç savaş sırasında büyük bir bölümü zarar gören şehir, UNESCO desteğiyle gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları ile eski haline kavuşmayı ancak 2005 yılında başarmış. Onofrio çeşmesinin yanından geçip, Stradun boyunca yürüdük. Sağlı sollu dükkanları ile oldukça geniş taş bir cadde olan Stradun, tabela kirliliğinden nasibini almadığından hemen kendine aşık etti beni.
Saat kulesi, Rektör'ün evi, Sponza Palas, Dubrovnik Katedrali, yerliler için kurulan pazar derken 'old harbour'a vardık ve şehrin bittiğini üzülerek anladık. Deniz ürünleri satan sürüyle restoranları, düzenli sokakları boyunca düzgün taş binaları ile mutlaka gidip görülmesi gereken (mümkünse sevgiliyle) ufak ama çok şık ve romantik bir şehir Dubrovnik, adeta bir film seti.
1 euro'ya 7 küsür kuna aldığımız para değişiminden sonra saati öğlen edip, pas geçtiğimiz kahvaltı yerine direk pizza ile Poklisar'da öğlen yemeğinden başlamaya karar verdik.
Pizzalar o kadar büyük geldi ki, bitiremedik ve buluşma saatini geçirmemek için Stradun boyunca koşarak geri döndük. Otelimiz Lero'ya bavullarımızı yerleştirmek ve biraz kestirme için 'old town'dan ayrıldık. 3 yıldızlı otelimizin temiz yatakları bizi karşılayınca, yığıldık kaldık bir süre ama bende uyayacak göz olmadığından 15-20 dk. yürüme mesafesindeki merkeze doğru harekete geçtik. Adriyatik ayaklarımızın altında olduğundan manzara süperdi.
Çıkmadan dönmeyin dedikleri şehir surlarını hedef belirledik ve 70 kuna'ya tepeye tırmanıp, 2 km'lik parkuru bol bol manzaranın tadını çıkarıp, fotoğraflayarak, kırmızının tonlarında kiremitlerle kaplı çatıları ve kırık dökük balkonlu ve pencereli evleri inceleyerek tamamladık.
İndiğimizde ne bacaklarımız tutuyordu, ne kolumuz kıpırdıyordu. Bu zorlu parkuru tamamladığımız için, soğuk havaya rağmen kendimizi dondurma ile ödüllendirdik.
Gerisi dükkanlara bakmaca, fotoğraf çekmece ve Stradun'un keyfini çıkarmaca, diğer Türklerden fırsat kalırsa... Bir söylentiye göre bayram için 5000 türk gelmiş Dubrovnik'e! Bağıra bağıra konuşan insanların muhabbetleri hem canımı sıkıp, hem de beni yorunca mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmak kaçınılmaz oldu bana. Markete uğrayıp, otele otobüsle döndükten sonra, fiyasko bir akşam yemeğini takiben Gümüş, Binbir Gece ve Ezel'i görmek televizyonda şaşkınlık ve saçma bi tebessüm yarattı bende. İstanbul'da oturup izlemediklerimi, Dubrovnik'te uykuya dalarken izlemek çok alakasızdı.
1 yorum:
Oralarda Şehrazat'a Şehirzada diyorlar...biz de Sırbistan'a gittiğimizde uğradığımız her evde, "Hiljadu i Jedna Noc"un yani "Binbir Gece"nin muhabbetinin dönmesine şaşırmış, genç-yaşlı tüm akrabaların diziye bağımlılıkları karşısında ağızlarımız açık kalmıştık...Ve akrabalarla birlikte, biz de diziye dalmıştık...Aynen senin gibi yani...İstanbul'da oturup izlemediklerimizi, orada izlemek - 3-5 günlük memleket özlemi bu olsa gerek:P
Yorum Gönder