29 Mart 2009 Pazar

Seçmek

Yerel Secimler geride kaldi. Sonuc; 4 yil gecmesine ragmen aradan, degisen hic bir seyin olmamasi. Yine sonuna kadar inandigimiz birileri ortaya cikamadi. Yine kotunun iyisine oy vermek diye bir sey vardi. Yine sonuclar degismedi ve biz degismeyen sonuclara yine sasirmadik. Yok elektrikler kesildi, yok cuvallar calindi, yok sizin partinin oylari eridi, yok bizimkiler costu falan filan... Hangi parti, hangi lider, hangi zihniyet gercekten kalici gelisim, degisim istiyor? Hangisi sadece ani kurtarmaya calismiyor, ileriyi dusunuyor? Secmenlerin cok buyuk bir kisminin siyasi kaygisi yok, soyleneni yapiyor. Benim isimi gorsun, sonra da ne hali varsa gorsun diyor, tamam ama gelecek kaygisi da mi yok bu insanlarin? Kuresel isinma, su krizi, geri donusum gibi kuresel sorunlar bile tarafimizdan ciddiye alinmazken, kim takar cocugunun, torununun nasil bir ulkede yasayacagini?

Kıssadan Hisse, gercekten degisen hic ama hic bir sey olmamis. Biz umudumuzu yine de kaybetmeyelim... Ne halimiz varsa hep beraber gorucez artik.

Bekir COŞKUN'dan
Dört mum/Hürriyet-4 Nisan 2009

Dört mumdan birincisi barıştı. "Hiç kimse benim yanık kalmamı istemiyor" dedi... Kısa bir süre sonra ışığı gitgide azaldı ve söndü barış... İkinci mum, "Ben güvenim" dedi... "İnsanlar beni gerekli görmüyorlar, bana gerek yok" dedi, söndü o da... Üçüncü mum "sevgi" idi... "Ben sevgiyim, yok edildim..." dedi, çırpına çırpına söndü... Çocuklar mumların bir bir söndüğünü görünce ağladılar. Dördüncü mum onlara, "Ben umudum. Ben yandığım sürece beni alıp diğer mumları yeniden yakabilirsiniz" dedi...

22 Mart 2009 Pazar

Kalküta'nın Çocukları



New Yorklu fotoğrafçı Zana Briski, Kalküta’nın genelevler mahallesinde çalışan kadınların fotoğraflarını çekmek için Hindistan'a giderken, olayların nasıl gelişeceğinden habersizmiş. Kalküta'da bir süre yaşadıktan ve insanlarla zaman geçirdikten sonra; kadınların yaşadığı zorluklardan çok, bu kadınların çocuklarının hayat şartları kanına dokunmus, onu üzmüş. Yabancılar kadar, kendi aileleri tarafından da hor görülen, hiç bir fırsat verilmeyen, yemek, oynamak, öğrenmek gibi temel ihtiyaçları bile karşılanmayan bu çocuklara bir şans vermek adına en iyi bildiği şey olan fotoğrafçılığı bir araç olarak kullanmaya karar vermiş. Bu çocukların, kendi hayatlarından enstanteneleri kendilerinin belgelemesinin doğru olacağından yola çıkarak; onlarda yeni, farklı, sorgulayıcı ve yaratıcı bır bakış açısı geliştirmek için onlara fotoğrafçılık dersleri vermeye başlamış. Seçilen 8 çocuğa, belirlenen süre zarfında 35 mm'lik basit kameralarla ilgili dersler vermiş, onları hayatlarında hiç gitmedikleri ve gidebileceklerini hayal edemedikleri yerlere gezilere götürmüş, egzersizler yapmışlar, çektikleri fotoğraflar üstüne konuşmuş, tartışmış, fikirler üretmişler.'Kalküta'nın Çocukları' belgeseli de, işte bu uzun soluklu projenin sonucunda ortaya çıkmış.


Suchitra, 14
"When I have a camera in my hands I feel happy. I feel like I am learning something...I can be someone."


2004 yılında en iyi belgesel ödülüne layık görülen film, olayların cereyan ettiği mekan dolayısıyla yer yer insanın canını sıksada, geçtiğimiz senelerde çocuk esirgeme kurumlarında çocuklara fotoğraf eğitimi vermeye çalışırken yaşadığım zorluklardan benzer görüntüler sergilediğinden filme yakınlık hissettim. Konusu dolayısıyla film hoşuma gitti. Bütün pozitif düşüncesine, iyi niyetine rağmen Briski'nin yaşadığı zorluklar gayet güzel aktarılmış. Fotoğrafçının Hindistan'da yaşadığı (fakat kendisi Amerikalı olduğundan hiç anlam veremediği)bürokratik engelleri hiç şaşırmadan izledim. Beraber çalışılan 8 çocuğun hikayelerine ve ortaya çıkardıkları fotoğraflara tek tek yer verilmesi, ayrıca bu çocukların bir eğitim kurumuna yazılması için Briski'nin gösterdigi çaba görülmeye değer. Proje ne kadar başarılı olmuş, zaten başarılı olma şansının yüzdesi neymiş tartışılır... Ama en azından Briski denemiş ve fark yaratmanın ne kadar zor olduğunu, değişimin anında gerçekleşmesinin imkansız olduğu bir kere daha kanıtlamış diye düşünüyorum. Çocukların hayatlarına yaptığı dokunuş ufakta olsa, elbette ki çok değerli. Hatta 8 çocuktan birinin önce Amsterdam'da dünyanın çeşitli yerlerinden gelen çocuklarla bir fotoğraf workshopuna katıldığını, ülkesine döndükten sonra başarıyla bitirdiği okulunu takiben Amerika'da üniversiteye yazıldığını ve devam ettiğini söylesem, dokunuşların aslında o kadar da küçük olmadığını sizde görebilirsiniz.

Proje yürütülürken Zana Kids with Camera gibi bir oluşuma da gitmiş. Bu yolla hem proje tamamladıktan sonra çocukları takip edebilmeyi (edebilmemizi), hem de farklı yerlerde hayata geçirilmeye başlanan aynı projenin kurumsal bir hale getirilmesini sağlamış. Gerçi kendisi yeni projelerde bizzat yer almıyormuş, cünkü Zana hayattaki ilk ve tek en büyük aşkı hayvanlara, böceklere ve doğal hayata, onların fotoğraflanmasına geri dönmüş...

Sonuç olarak, hoş ama acıklı bir belgesel. Çocuklarla ilgilenmekten zevk alan, fotoğrafçılığı insanın ufkunu genişleten, soru sorduran ve insanı düşündüren bir eylem olarak görenlere, ya da Kalküta da neresiymiş, orada neler oluyormuş diyenlere tavsiye edilir.

19 Mart 2009 Perşembe

AKICI - YOĞUN

Sabanci Universitesi'ndeki son yilimda, zamanimin buyuk kismisini Anadolu Hisari-Kurtkoy arasinda yollarda (neyse ki kendi arabamda) cogunlukla trafikte geciren bir kisi olarak, yaratici cozumler gerektiren fotograf ve grafik projelerimin cikis yolunu cogunlukla trafikte buldugumu farketmem uzun surmedi. Fotograf dersi icin final projemi "Trafik" basligi altinda yaptim, proje dersine Kadikoy-Taksim hattindaki ulasim seceneklerini anlatan bir flash arayuzu hazirladim. Hatta bu projede fotograftan videoya transfer oldum; yoldaki dolmuscularla röportaj yaptim, vapur ve tunel keyfinini anlatan (daha sonra hizlandirilmis) kamera cekimlerinden ve Yuksek Kaldirim'dan yukari yurume opsiyonlarina kadar mini filmler olusturdum.

Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçılarının ve küratörlerin sergi ve projelerine evsahipliği yapan İFSAK 1. Uluslararası İstanbul Fotoğraf Bienali icin, Murat Germen’in küratörlüğündeki “Kent ve Aidiyet” projesine "Bilinmeyen" isimli bir calisma ile katildim. “Kaos” ana kavramı yanında “kimlik” ve “bellek” alt kavramları göz önünde tutularak İstanbul’a karşı olan aidiyetleri /aidiyetsizlikleri fotoğraf aracılığıyla ifade ettigimiz bu calismada benim cozumum yine yollardan gecti.


Bilinmeyen / Gözde Otman / Kent ve Aidiyet

İstanbul’u, dışarıdan gelenlere heyecan verici kılan da, içinde yaşayanlara acı çektiren de bu şehrin kaotik yapısının altındaki önceden tahmin edilemez oluş özelliği çoğu zaman. Yani İstanbul'u heyecanlı kılan onun bilinmezliği, içinde yaşanan olayların önceden kestirilemez oluşu bireyler için. İstanbul’da hayatımızın bilinmeyen tarafı, kafamızda karmaşık bir denklemin X’i gibi.

Neyse sonucta farkettim ki, nefret ettigimi zannettigim takintimdan zevk almaya baslarken elimde acayip bir "Istanbul'da Ulasim" arsivi olusmus. 15 gunde bir yeni bir yarisma konusu belirleyen Fototrek'in yeni konusu da, "Istanbul'da Ulasim" olunca surekli kafamdan gercirmeme ragmen pas gectigim fotograf yarismalarindan birine katilmaya karar verdim. Sonuclar mutluluk verici...


Birinci : Gözde OTMAN / AKICI - YOĞUN


İkinci : Burak ÜNAL / VAPUR


Üçüncü : Engü BALKAN / Metroda Farklı Olmak

Bana inanan, beni hep destekleyen tum dostlarima, yeni yarismalardan haberdar edip katilmam icin israr eden Mrv'ye ve blogunda bana yer verip gururlandiran (kendi bloguma yazmadigimi farkettiren!) Mrl'ima tesekkuru borc bilirim.

17 Mart 2009 Salı

Anında



Gecenlerde yeni bagimliligim Sade Vatandaş'ı izliyorum, Okan Bayulgen ve Levent Erden yine o hafta gelmis gecmis konularin, konusmacilarin ustune yorum yapiyorlar. Ikisi karsi karsiya iken en cok sevdigim seylerden biri olarak; Levent Erden konusuyor, Okan Bayulgen dinliyor. Konuyu hic hatirlamiyorum ama Levent Erden'in bir tespitine takilip kaliyorum her zamanki gibi. Cagimizin hastaligi 'anindalik'... Kucuklugumuzden itibaren hersey aninda olsun istiyoruz; istedigimiz (her)sey aninda bizim olsun, istediklerimiz aninda baskalari tarafindan yerine getirilsin istiyoruz, bunu en dogal hakkimiz olarak goruyoruz... Ornegin, teknoloji bizim paramizin yetmedigini satin almamiza kredi karti taksitleri araciligi ile yardimci oluyor. Vitrinde bir sey gorup begenince, dusunmeye gerek yok. O anda paramiz yoksa, simdi alir sonra zamani gelince oderiz. Alisveris disinda, insanlarla olan iliskilerimizi de sabirsizligimiz berbat ediyor. Cep telefonlari sevdigimiz sevmedigimiz herkese istedigimizde ve aninda ulasmamizi sagliyor. Internet istedigimiz bilgiye aninda ulasmamizi sagliyor, tamam bu cok super. Ama Okan Bayulgen'in kolay ulasilan bilginin kolay unutuldugu tezi de hic fena degil. Posta kutularimizi artik sadece faturalarin isgal edisinden belli, kimse artik mektup yazamiyor, yazmiyor. Mektup konusunda insanlarin boyle bir sabir gostermesi inanilmaz geliyor. Ne de olsa yapacak cok sey var ama elimizde sadece hic bir seye yetmeyen zaman var. Dolayisiyla kosuyoruz hayatin her alaninda; alisveristen yemege, duygulardan bitmek tukenmek bilmeyen isteklerimize...

O gunden beri surekli aklima geliyor bu tespit. Bu mikrobun 'dogal olarak' bana da bulastigini farkediyorum. Hayatimin hangi alanlarini eline gecirdigini anlamaya caliyorum ki, kontrol altina alabileyim kendisini. Mesela bizim evin bir klasigi olarak, her pazartesi annemle rejime basliyorum. Ne kadar kilo vermek istemiyorum desem de, her sabah muhakkak tartiliyorum. Bir umut belki yag oranimda bir azalma olmustur diye bekliyorum. Ya da sirtim agrimasin, merdiven cikarken nefes nefese kalmiyim istiyorum. Butun bunlar icin yediklerime dikkat etmem gerektigini ve sporu hayatimin rutini haline getirmem gerektigini biliyorum. Butun bu isteklerime karsin, pazartesi baslayan rejimleri haftasonunu getiremeden bitiriyorum. Spor icin hep bir bahane bulmak konusunda ustume tanimiyorum. Bazen mazaret bulana kadar o kadar oyalaniyorum ki, spor salonunun kapanma saati geliyor ve sorun kendiliginden cozuluyor. Dogal olarak 3 gunde ne kilo veriliyor, ne fit olunuyor. Vucut doganin geregi herseyi agirdan aliyor, sakin sakin degisim gecirmek istiyor. Peki ben napiyorum? Her sey aninda olsun istiyorum. Olmayinca demoralize oluyorum, ve benim hissettiklerimi cevremde o kadar cok insan yasiyor ki, bu durumu artik cok olagan karsiliyorum. Zaman geciyor ama hayatimda hic bir sey degismiyor... diye diye kendime, sonunda degisimi koydum kafaya. Daha uzun mu bilmem ama, daha verimli bir hayat adina koklu bir degisime girmeye karar verdim gecen ay. Kendimi hic bir istegimin aninda olmayacagi konusunda telkin ettim. Sporumu aksatmamaya calismaya, yediklerime dikkat etmeye basladim. Artik sabahlari tartiya ihtiyac duymuyorum, sabirla gunlerin gecmesini bekliyorum Kilodan fitness'tan baska hayatimin her baska alanlarinda da sabirli olamaya calisiyorum. Istedigim her seyi hemen elime almiyorum. Zamaninin gelmesini bekliyorum, istegime ulasma surecinden, beklemekten ve elimde olanin kiymetini bilebilmekten zevk almaya caliyorum. Psikolojik olarak kendimi daha iyi, huzurlu hissediyorum.

12 Mart 2009 Perşembe

Slumdog Millionaire



81. Oscar Akademi Odul toreninin yildizi Slumdog Millionaire olunca filmi izlemek allahin emri oldu. Film bir cok alanda oduller kazanip, bu kadar meshur olmasa ben hayatta niyet edipte bu filme gitmezdim. Gerek kaba taslak konusu, gerek afisi beni yanlis yonlendirirdi ve filmden mahrum kalirdim. Neyse ki kendisi odule boguldu, sinema salonlarimizda tekrardan boy gosterdi ve benim izleme zevkine erismeme vesile oldu.

Filmin yer yer gozumuze sokulan rengarenk olmasina ragmen ic karartici ve kaotik arka planini olusturan Mumbai sokaklari goruntulerini, hintli genc oyuncu kadrosunun enerjisini, bir yarisma programi araciligi ile Jamal'in hayatindan kesitlerin parca parca aktarilis seklini ve elbette sosyal, politik ve ekonomik olaylarin insanin hayatini nasil sekillendirdigini gosterisini cok begendim. Cogu zaman Jamal'in hikayesindeki olaylar insani icini acitsada, seyirciyi gulumseten detaylar filme o kadar guzel serpistirilmis ki hikaye oldukca surukleyici bir hal almis. Sinema salonundan kaynaklanmis olabileceginden suphelendigimiz filmin acayip yuksek sesi, aslinda hiperaktif Mumbai sokaklariyla da iyi bagdasmis.

Trainspotting'in de yonetmeni olan Danny Boyle tarafindan yonetilen Slumdog Millionaire; en iyi film, en iyi uyarlama senaryo, en iyi görüntü yönetmeni, en iyi ses miksajı, en iyi kurgu, en iyi müzik ve en iyi orjinal sarkı dallarında Oscar aldi ya, bence bu bahsi gecen konularin hepsinin hakkini da sonuna kadar vermis.

Oldukca heyecanli ve surukleyici bir film, henuz izlemeyenlere tavsiye edilir.

9 Mart 2009 Pazartesi

Iyi ki varsin, super babaanne!



Pazar gunu babaannemin dogumgunuydu. Ev Anadolu Hisari'nda, is 4. Levent'te olunca neredeyse hic yolum cadde tarafina dusmediginden uzun suredir goremedigim babaannemi gormek icin vesile oldu bu guzel gun. Tabi babaannecik biz geliyoruz diye durmamis, evi duzenlemis, yemekler yapmis, hic oturmamis. Zaten istesekte oturtamayiz ya kendisini, cunku sevmez... Bir insan nasil oturmayi sevmez anlayamiyorum;). Bir suru konuda cok benzedigim babaannemden bu konuda ayriliyorum. Sabah 9 aksam 9 otursa umru olmaz bir insan olarak, popom tepsi gibi olsa takmam diyip yoluma devam ediyorum...

O gunden akilda kalanlar ise; guzel aile fotograflari, leziz pasta goruntuleri ve elbette hepimizin birarada olmasinin babaannemi ne kadar mutlu ettigi...