20 Haziran 2009 Cumartesi

Yonca'mızı Evlendirdik



Yonca'mızı evlendirdik. Yazın gelmesi ve havaların ısınması ile Kadıköy Anadolu'lu kızlarımı bir telaştır aldı. Hepsinin aylar öncesinden aldıkları nişan, nikah günleri gelmeye başladı. Bu sezonun ilk şanslısı Yonca'ydı. Oldukça eskiye dayanan geçmişimizden dolayı, Yonca'nın bendeki yeri çok ayrıdır. Beşinci sınıfı bitirip, sınav heyecanını da geride bıraktıktan sonra annelerimizin bizi yanyana yerleştirmesi ile sıra arkadaşı olduk onunla. 5 sene aynı sınıfı, ortaokul, lise ve üniversite boyunca araya uzun mesafeler girmesine ragmen güzel bir dostluğu paylaştık. Her uzun aradan sonra yine birbirimizi aynı sıcaklıkla kucakladık. Yıllarca kullandıgım 'Frog From Space' lakabını o buldu bana. Her zaman güzel gülümsemesini, daha doğrusu kıkırdamasını koruması ve Murat ile mutlu olması dileği ile...

19 Haziran 2009 Cuma

Minyatür Odalar



Minyatürün kelime anlamının, bir nesnenin küçük boyutlardaki örneği olduğunu hepimiz biliyoruz da, bu iş ile ilgilenen özel sanatçılar olduğunu (çok ince işlenmiş küçük boyutlu resimlerin sanatçıları dışında) kaçımız biliyoruz? Henry Kupjack, bir minyatür sanatçısı. Kendisinin ilgi alanı, "Minyatür Odalar". Kimi minyatür sanatçısı bir alanda çalışırken, kendisi mobilya yaratımından kalıp çıkarmaya kadar her şeyi yapıyor, bu odaların yaratımındaki bütün detaylarla bir bir uğraşıyor. 1/12 ölçeğinde küçülttüğü objeleri, usta bir iç mimar gibi biraraya getiriyor ve çok farklı dönem ve tarzlardaki odaları baştan yaratıyor. Farklı zamanlar ve mekânlar derken bahsedilen, M.Ö. 333'den İskender'in Kuşatma Çadırı, 1850lerden Fransız Taşra Yatak Odası, 1700lerden Japon Çiftlik Evi Mutfağı, XVII. Yüzyıl Korsan Kaptanın Kamarası gibi birbirinden oldukça farklı ve alâkasız konular. Ufacık kutuların içine sığdırılmış bu bambaşka dünyaların hepsi, ayrıntılarının çokluğu ve detayların gerçekliği ile çok etkileyici. Ama benim en çok ilgilimi çekenler belli... 18. Yüzyıl'dan Osmanlı Kahvehanesi, minderlerinden şamdanlarına, duvar ve tavan işlemelerinden nargilelerine, arka plana yerleştirilmiş feslerine kadar diğer odalardan çok farklı ve tanıdığımız, bildiğimiz kültürün detaylarını içermesi dolayısıyla kendimi en yakın hissettiğim eser. 18. Yüzyıl'da daha fotoğraf makineleri icadedilmediğinden olucak, hafızalarımızda Osmanlı Kahvehanesi gibi mekânların gerçek görüntüleri yerine, gravür, resim gibi görselleri mevcut. Ne kadar doğru, ne kadar değil bilinmez ama böyle bir odaya penceresinden içeri bakar gibi bakmak çok hoş. Diğer hoşumuza giden odalar, çoğunlukla filmlerden görüp bildiğimiz, beğendiğimiz mekânlar. Mesela, içinde yaşamaya hayır diyemeyeceğimiz 1950’ler New York’unda Sanatçı Stüdyosu ya da 1940lardan Broadway-New York’da Wintergarden Tiyatrosu Kulisi.

Dünyanın bir çok yerinde sürekli olarak sergilenen odalarından 20 tanesi bir süredir İstanbul, Rahmi M. Koç Müzesinde. Bugüne kadar gidemeyenler de gidebilsin diye, 15 Eylül'e kadar uzatılmış sergiye gitmemek ayıp olur.

17 Haziran 2009 Çarşamba

I Love You, Man!



Subat ayinda Times Square dolaylarinda afisini gorup, ben bu filme giderim demistim kendime. Sanirim, "How I Met Your Mother"dan Marshall olarak tanidigimiz ve beni cok gulduren Jason Segel'i dev afiste gormekten etkilenmis olabilirim. Film Istanbul'da vizyona girince, gnçtrkcll sagolsun aninda haberdar etti bizi. Promosyonlari ile zaten genelde bizi kandirirlarken (...) bir de "boğaz havasında sinema keyfi" deyince, direk tav olduk. Kuruçeşme Arena'da acik hava sinema cok keyifli olur diye dusunduk, bu organizasyondan keyif alabilecek dostlarimiza haber saldik. En erken kacta gidebiliriz, kac zamandir gormediklerimizin yuzunu goruruz diye dusunurken, surekli degisen programimiz ile "hayatta araba ile gitmem!" dedigim yere araba ile gittik... Bilet parasinin uc kati kadar park parasi verdik... Otoparktan bol miktarda yuruduk, son dakika Arena'nin onune geldik. Bir de ne gorelim, rahat 100 kisi sirada bilet almayi bekliyor. Yoldaki stres yetmedi, bilet sirasi da gerdi. Gecte olsa iceri girdik, baya esiyor ama bogaz ruzgari dedik, gecen teknelerden gelen kolbasti ezgilerini kulak arkasi ettik, film sacma kabul ettik ama takilmadik, gulduk. Acik havada sinema cok keyifliydi. Bi de Istanbul'a yaz gelmis, haberim yokmus. Deniz de, sahil boyu da superdi. Daha cok gitmeli.

10 Haziran 2009 Çarşamba

İstanbul'un Arka Bahçesi, Polonezköy



Eskiden Polonezköy diyince insanın aklına oldukça uzaktaki bir sayfiye yeri gelirmiş. Arabaya binip, kilometrelerce ormanın içinde ilerlemek, dere tepeyi aşmak, virajlı toprak yollardan geçmek gerekirmiş ulaşmak icin bu güzeller güzeli yere. Yol bazısının gözünde o kadar büyürmüş ki, günübirlik gitmeyi akıl karı bulmayıp, gece kalmayı daha uygun bulurlarmış. Bugün yapılan yollar ve ulaşımda son teknolojiler ile Polonezköy, Kavacık’tan sadece 15 dakika uzaklıkta.

Yıllar geçtikçe Polonezköy’e gitmenin usulü değişmiş ama Polonezköy’e gitmenin nedeni hiç degişmemiş. Dün olduğu gibi bugünde, günübirlik / kalmalı demeden herkes Polonezköy’e temiz hava, bol gıda prensibi ile kendini doğaya bırakmak ve mideyi tıka basa doldurmak için gidiyor. Geçtiğimiz hafta, bende annemlerin peşine takıldım yeşile duyduğum özlemle. Ben öğlen yemeğine gidicez zannederken, meğer planın kahvaltıyı takiben doğa yürüyüşü ve öğlen yemeği olduğunu ve dönüş öncesi beş çayı keyfinin kaçınılmaz olduğunu öğrendim. Günlerden pazar olunca, sabahın erken saatinde yatağımdan kazımaları gerekti beni ama az uyumama gerçekten değdi.



Polonezköy hem doğası, hem de enteresan oluşumu ile çok dolu ve görülmeye değer tarihi bir köy. Kendisi İstanbul'un Beykoz ilçesine bağlı olan ünlü bir Polak köyü, yani Polonyalıların köyü. Eski adı Adampol olan bu yere Polonyalıların gelip yerleşmesi, 1830 Polonya Ayaklanması sırasında hükümet başkanı olan ve daha sonra da Polonyalı sürgünlerin siyasî lideri olan Prens Adam Czartoryski’nin 1842’de Osmanlı Devleti sınırları içinde bir yerleşke kurmak istemesi ile başlamış ve 1853 Kırım Savaşına katılan askerlerin yanı sıra Sibirya sürgünü ve Çerkes esaretinden kaçan Polonyalılarla nüfus giderek artmış. İlk Polonezköy sakinleri çiftçilik, hayvancılık ve ormancılıkla meşgul iken; ulaşım imkânları, coğrafî konumu ve güzel manzaraları sayesinde II. Dünya Savaşı öncesinden başlayarak bir tarım köyünden tatil köyüne dönüşmüş. Bugün Polakların sayısı baya bir düşmüş ama hala varlıklarını sürdürenler varmış. Bölgedeki pansiyonlar ve brunch opsiyonlu restoranlar, yeşiller üstündeki mangal keyfi derken kendini ziyaretçilerine her geçen gün daha çok sevdiren bu köy, burda yerleşmeye karar verenlerin istilasına uğramış.



5 kilometrelik yürüyüş parkuru, kültür evindeki resim sergileri, kültürel aktiviteleri, ağaçtan oyma heykelleri, arıcılık müzesi, Polonezköy’ün en eski evlerinden biri olarak Zofia Rızı Anı Evi, Meryem Ana Kilisesi gibi gezilip görülecek yer oldukca çok. İtiraf etmek gerekirse, gezilip görülecek yer kadar yenip içilecekler de çok olunca, benim günüm kendimi önce kahvaltıya, sonra ormanın derinliklerine bırakmak ve fotoğraf çekmek, uçurtma uçurmak, mangalın tadını çıkarmak, sonrasında yemeklerin verdiği ağırlıkla bir daha yürüyüşe çıkamamak ve çareyi tatlıda, çayda, kahvede bulmak şeklinde geçti. Tamam, ciğerlerimi temiz hava ile, midemi de leziz yemeklerle doldurdum. ‘..ama benim buraları daha detaylı gezip görmem gerekirdi..’ diye düşünürken Kiraz Festivali’nin namını duydum.



Her sene Haziran ayının 2. ve 3. hafta sonları yapılan, yöresel kıyafetlerle Polonya danslarının ve şarkılarının tadını çıkarmamı sağlayacak geleneksel Polonezköy Kiraz Festivali ile yine Polonezköy’ün yolunu tutarım diye ümitlendim bir an ama bu sene yapılacak olan festivalin maalesef iptal edildiğini öğrendim.



Festival olsun olmasın, Polonezköy Istanbul’dan uzaklaşmadan kaçmak isteyenler için çok iyi bir opsiyon. Türkiye'de çokta uzak olmayan bir tarihte yoğun bir şekilde Polonyalıların yaşadığı bu köy (bugün sayılarının 500 kadar olduğu rivayet ediliyor), tarihi ve coğrafyası açısından İstanbul'un çok güzel sürprizlerinden biri ve yakınlığı ile İstanbul’un arka bahçesi gibi.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Coraline



Coraline, turkcemize 'Koralin ve Gizli Dünya' seklinde cevrilmis Neil Gaiman tarafindan kitabi yazilmis, Henry Selick tarafindan yonetilip ekrana aktarilmis 3D ve stop motion animasyon. Fragmanlarini izledigimde bende merak uyandiran butun animasyonlar gibi icimi kipir kipir eden bu filme gidisimi istemeden erteledim uzunca bir sure. Sinemaya gitmek icin zaman bulamamak bir yana, kizinin gozlerine dugme dikmesini kabul etmesi karsiliginda her seye sahip olabilecegi bir dunyayi vaadeden annenin goruntusu beynime kazinmis haftalar once. Ama ne olduysa cumartesi gunu oldu. Ayaklarima kara sular indigi bir anda, dinlenmek icin sinemaya gitmenin cok iyi bir fikir olduguna karar verdim ve en yakin seans Coralin olunca, dugme gozluleri dusunmeden biletimi alip salonda yerimi aldim.

Yeni tasindiklari evde, annesi ile babasinin ilgisizliginden muzdarip bir kiz cocugunun hikayesini anlatiyor film. Filmin basinda evde oyalanmaya calistigi sahneler benim favorim iken, birden paralel bir dunya kesfediliyor ve hikaye dogal olarak yoldan cikiyor. Gercek hayati ile 'oteki' hayati arasindaki zitliklar arasinda gidip gelen Coraline, elinde olmayanlarin cekiciligine kapilsa da en basta (tamam, bende kapildim surekli olarak mutfaktan yukselen leziz yemek kokularina, Mr. Babinski'nin sovlarina, ziplayan farelere ve pamuk seker firlatan toplara;) yazarimiz aklini basina getiriyor kucuk kizin. Elindekiler ile yetinmeyi, cok isterse ve sabrederse istediklerine ulasabilecegini ona gosteriyor sonunda.

Film iyi idi, guzel idi belki ama ben daha cok sıkıldım, sonunu nasil getirecegimi bilemedim. Ayrica bu filmin beni yer yer germesi normalmis diye duydum. Filmin cogu yerde 'cocuklara macera yetişkinlere kâbus' seklinde lanse edilmesine hic sasirmadim. Izledigim cocuklar animasyon bile olsa, onu gercekmis gibi dusunmekten, olaylari fazlasiya ciddiye almaktan kendimi alamiyorum. Halbuki gerek yok, Kırmızı Başlıklı Kız ve Hansel ve Gratel gibi masallarda şiddet iceriyordu ama bunu yillarca kafama takmadim. Simdi Coraline'i takmak niye?

4 Haziran 2009 Perşembe

Trafikte agresif olmayın, hayatta kalın!

Her gecen gun daha az araba kullaniyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. Daha az trafige giriyorum, sadece Anadolu Hisari ile 4.Levent arasinda gidip geliyorum. Ise gidis ve isten cikis saatlerini ben belirledigim icin, farkinda olmadan trafikten kacmak icin hayatimin akisini degistiriyorum.En azindan daha sakin ve huzurlu oldugumu goruyorum... Fakat her zaman istedigim gibi olmuyor trafik, bir gunu birine bir saati bir saatine uymuyor. Iste ben o zaman cildiriyorum. Arabamin kapisinin kilitli oldugunu kontrol ettikten sonra, agzima almayacagim laflar ederken, el kol haraketlerleri yaparken buluyorum kendimi. Kendimi taniyamiyorum...



Neyse ki, gecenlerde bir mail aldim, tam zamaninda! Trafikte agresif olmayın, hayatta kalın! sloganli bir projeden bahseden bu mail, Türkiye Trafik Kazalarını Önleme Derneği Başkani Hitay Güner'in konuk konusmaci olarak bir toplantimiza katilacagini soyleyince, bu konusmayi dinlemeye ihtiyacim oldugunu dusundum. Tabi bir de boyle bir dernegin varligindan bugune kadar haberdar olmamam, merakimin kabarmasina vesile oldu.

Türkiye Trafik Kazalarını Önleme Derneği, 1959 yılında Ankara’da “Trafik Kazalarını Önleme Cemiyeti” adı ile kurulmuş ve o gunden beri calismalarina devam ediyormus. Amaclari elbette yol ve trafik güvenliğinin sağlanması için girişimlerde bulunmak, çalışmalar yapmak ve önlemler almak, ama bundan daha onemlisi toplumda ve bireyde güvenli sürüş ve trafik bilincini oluşturmak ve geliştirmekmis cunku trafik kazalarinin cogu surucu hatalarindan kaynaklaniyormus. Yani birey olarak her birimize inanilmaz cok gorev dusuyor. Caydirici olmaktan uzak trafik cezalarimiz esas amaclarina hizmet etmediklerinden, insan hayatinin kiymetini bilemedigimizden, sokakta yururken insanlara gosterdigimiz saygiyi direksiyonun basina gectigimizde kaybettigimizden Turkiye trafik kazalari ve sonuclari ile cok korkunc bir tablo ciziyor. Isin kotusu Istanbul gibi aldigi gocler sayesinde farkli kulturlerden gelme ihtimalleri cok yuksek insanlarla dolup tasan bir sehirde yasayan bizler bile yeri geldiginde nasil tepki gosterecegimizi bilmiyoruz, kendimizi kaybediyoruz... Halbuki yapmamiz gereken cok kolaymis. Yol ver, goz kontagindan kacin ve sinirlenince 1'den 10'a kadar say. Iste bu kadar! Bunlari gercekten deneyecegim.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Little Shop of Horrors



British Community Council, Istanbul'daki Ingilizleri temsil etmek uzere 1942 yilinda kurulmus bir kurul. Amaclari cesitli aktiviteler duzenlemek, Turk-Ingiliz iliskilerini kulturel, egitsel calismalar ve toplumsal duyarlilik projeleri araciligi ile gelistirmek ve guclendirmek. Speech Bubbles ise, BCC'ye bagli bir tiyatro toplulugu. Benim Speech Bubbles toplulugunu tanimam, Toni yengemin yillar yili kulis ve sahnedeki bir cok calismaya katkida bulunmasina ama esas merakimin baslamasi kardesim Gorkem'in bir kac sene once "Sleeping Beauty" oyununda ufak bir rol almasina dayaniyor. Her sene yeni bir oyunu izleme zevki cok hostu ama insan eninde sonunda keske bende onlarla sahnede olsam diye aklindan gecirmeden edemiyor.

2009 yilina girerken asla yapamam dedigim seyleri denemeyi aklima koydugumdan olucak, bu sene Ocak ayinda"Little Shop of Horrors" muzikalinin provalarinin baslayacagini duyunca, kendimi ve sahnelere hasret kaldigini bildigim Toprak'i resmen surukledim calismalara. Cogu Amerika, Ingiltere, Kanada, Avusturalya kokenli gibi yabancilardan olusan topluluk ile tanismamizla baslayan maceramiz, Mayis sonuna kadar haftada iki katilim gosterdigimiz provalar ile nasil gectigini anlamadan bitti gitti ve unutulmaz bir tecrube oldu bizim icin. Turk ve yabanci yeni arkadaslar edinirken, nesesi bol, kahkahasi bol zamanlar gecirdik hep beraber. Is hayatina dair, iliskilere dair, sorumluluk almaya dair o kadar cok sey ogrendik ki... Kendi adima belki kuliste gorev alirim diye dusundugum bu organizasyonda, sorumluluk almanin resmen suyunu cikardik ve alakali alakasiz bir suru ise gonullu olduk; poster, brosurden grup fotograflarina proplardan daha nicelerine el attik. Bu arada kendimizi koronun icinde, danslarin sarkilarin ortasinda bulduk, neredeyse en cok kostum degistiren "ensemble" ilan edildik.

Cok zaman ayirdik, emek harcadik, yorulduk, ayni sarkilari milyon kere dinledik, ustumuze vazife olmaya replikleri ezberleyip, kendimizi alakasiz danslar ederken bulduk ama gectigimiz haftasonu bunlarin hepsine degdigini gorduk. 29/30/31 Mayis tarihlerinde, yani 3 gunde 4 gosteri yaparak super bir is cikardi bu topluluk. Bizim de bir parcasi oldugumuzu bilen/bilmeyen ve israrlarimiza dayanamadigindan seyirci koltuklarinda yerini alan arkadaslarimiza tesekkur ediyor ve bu gosteriden en az bizim kadar zevk aldiklarini umuyorum.

Little Shop of Horrors, Howard Ashmen tarafindan yazılıp, müzikleri Alan Menken tarafından düzenlenen bir rock müzikali. İnsan kanı ile beslenen bir bitki yetiştiren, talihsiz çicekçi dükkanı çalışanının hikayesi olan müzikalin konusu, düşük bütçeli 1960 yapımı bir kara mizah filmine dayanıyor. Roger Corman tarafından yönetilen filmin, Menken tarafından düzenlenen müzikleri 1960larin rock'n roll, doo-wop ve erken Motown stilinde. Hikaye, kasabanın yoksul kesiminde batmaya yüz tutmuş çiçek dükkanı sahibi Bay Mushnik'in, kimsesiz ve saf Seymour'a sahip çikmasi ve ona bir iş vermesi ile basliyor. Seymour zamanını ayak işleri yaparak ve çiçekci dükkanındaki tezgahtar Audrey'i hayal ederek geçiriyor. Güneş tutulmasından hemen sonra, bir gün Seymour garip bir bitki buluyor. Bitkiyi satın alıp, ve ona Audrey II adını veriyor. Seymour'un bitkinin farklı bir iştah anlayışı olduğunu anlaması pek de uzun sürmüyor ama bu sirada bitki, Seymour'un Audrey'e olan delice aşkı gibi büyüyor... Hikaye aslinda bir insanin sohret karsisinda ruhunu seytana satisini ve bunun geri donussuzlugunu kara mizah ile anlatiyor. Cok enteresan, dusundurucu ve eglenceli bir hikaye!