15 Temmuz 2010 Perşembe

Ada



Lise yıllarında okulu kırıp yaptığım Büyükada kaçamakları dışında, adaya gittiğim nadirdir. Mekanları ve detayları hatırlamam için her seferinde Melodi, İpek ve Tuba ile bisiklet üstündeki fotoğraflarımıza bakmam gerekir. Örgülü saçlarımız, elimizde gitarımız, bisiklerle dere tepe düz gidişimiz, midye tava ve dondurma yiyişimiz ve inanılmaz acelemiz olmasına rağmen dönüşte yanlış vapura binişimiz… (sonuçta okulu kırmıştık, elbette annemlere bundan sözetmemiştim ve okul dönüşü evde karşılanılması gereken biri, yani Görkem vardı) Ve durumu ancak vapur Bostancı iskelesinin yanından hızlıca geçerken farkedişimizin yarattığı büyük stres...

Geçenlerde lise fotoğraflarına bakıp, yakın arkadaşlarımın teker teker evlendiğini farketmemle, o günlerin çok geride kaldığını anlamam bir oldu. Kendi anılarım dışında babaannem ile kardeşinin dillerinden düşürmedikleri ada anıları sık sık tekrarlandığından daha taze olunca, bu seferki ada ekibini belirledim. Haftalardır, hatta aylardır adaya gitmenin hayalini kurarken, bu pazartesi günü aniden gaza geldim ve Diler, Güler, Nurseli, yani babaannem, kardeşi ve kardeşinin kızı ile beraber 14.20 vapurunu yakaladık.

Vapur demeye bin şahit ister, benim için büyük ve çirkin bir motor olan gemiye bindik ve yarım saat içinde Büyükada’ya ulaştık. Günlerden cumartesi ya da pazar olmadığından ve adanın kalabalık olma ihtimalini hiçe saydığımdan, kalabalıktan dolayı adaya ayak basamamak baya şaşırttı beni. Ve eski ada sakinleriyle nostaljik gezimiz başladı.

Önce birer soğuk kahve içtik, sonra faytona binip Aşıklar Tepesi’ne kadar gittik. Havanın inanılmaz sıcak ve yolun küçük turun yarısı uzunluğunda oluşu dolayısıyla, yolculuk şeker gibi geldi bana. Yol boyunca hangi köşkte kimler otururdu, 60-70 sene evvel klima falan yokken kimlerin evinde sıcak-soğuk hava tertibatı vardı, hatta babaannem küçükken hangi beyaz parmaklıklardan kafasını içeri sokup sıkışıp kaldı ve nasıl çıkardı, bunlar anlatıldı.



Büyük kızılçam ağaçları ile kaplı tepede, faytondan indiğimizde her an buharlaşabiliriz gibime geldi.



Babaannemlerin çocukluklarının geçtiği eski evleri, bu tepeden sadece 5 dk. uzaklıkta olunca, hem yürüdük hem de adaya ilk gelişlerini konuştuk. Babaannemin doğduğu sene, 1938’de kiracı olarak gelip 4 sene ana yol üstündeki yeşil panjurlu bir evde oturmuşlar.



’42 yılında da babaları Anadolu’dayken anneleri, tanıdıklar ‘Ada’da evi napıcaksın? Ada’da ev çerezdir!’ demesine rağmen, 8000 Liraya Aşıklar Tepesi’nin yakınındaki evi satın almışlar. Su yok, banyo yok. Herşey merkebin yanındaki tahta kasnaklarda taşınan su ile yapılıyor, hatta bahçe sulanıyor. Taa ki mühendis Haydar Bey olaya el atıncaya kadar.




İncir, erik, kiraz, elma ağaçlarının yanında patlıcan ve enginar gibi sebzelerde ekiliyor bahçeye. ’59 yılına kadar her yaz adaya geliniyor. Babaannem kedilere rakı içirip kuyruklarına tenekeler bağlıyor, incir ağaçlarının tepelerinden inmiyor, arka pencereden kaçıp dedemle buluşmaya gidiyor… Hiç unutmadıkları çok güzel günler geçiriyorlar bu bahçede, ada sahillerinde. Ne zaman babalarını kaybediyorlar, ada defteri kapanıyor, uzun yıllar bu eve uğranmıyor. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hala acayip detaylı hatırlıyorlar yaşananları, bana anlatıyorlar. Kıskanmıyorum desem yalan olur, ben geçen pazartesi ne yaptığımı hatırlamakta zorlanıyorum. Eski fotoğraflarım olmasa, hangi yaz nerdeydim, kimlerleydim çıkaramıyorum. Tupturuncu portakalları ağaçtan düşürmeye çalıştıktan sonra, babamın kilidi açılan pusetiyle yaptığı yolculuktan, soğuması için kenara bırakılan şişlerin kediler tarafından kapılmasına kadar bir çok hikaye dinleyip, bahçeden çıkıyoruz. Dönüş yolumuz uzun, çünkü bu sefer iskeleye yürüyoruz.



Çarşının göbeğindeki Prinkipos isimli dondurmacı gözümde tüterek (eski yunancada adanın adı Prinkipos, yani prensmiş, prens adaları tabiri buradan gelmiş), adanın şık konaklarını inceledim. O kadar güzel olanlar var ki, fotoğraflarını çekmekten kendimi alamadım. Kimler buralarda yaşıyormuş hayal etmeye çalıştım, sadece verandalarından bile etkilendim.



Sürekli olarak hızla yanımdan geçen faytonlar önce biraz korkuttu ama alıştım. Bisikletlileri görünce ise, canım bisiklet çekti ama sıcaktan anında vazgeçtim. Adanın doğası, yapıları, görüp geçirdikleri ile babaannemlerin dillerinden düşürmedikleri anıları çok keyifliydi. Bu kadar kalabalık olmasa, malum koku ile sinekler yok olsa, her şey mükemmel olabilirdi. Prinkipos ayrı bir hayal kırıklığıydı, lise yıllarından hatırladığım hazzı vermedi ama lise yıllarındaki geziden hatırlamadım ada çarşısı çok güzeldi. Bostancı’dan yarım saat uzaklıkta, bambaşka bir dünya Büyükada. Sonbaharda gidip, bisiklete binmek bir sonraki macera.

Hiç yorum yok: