Yillar once sevgili Melodi bana sakiz kagitlarindan zincir yapmayi ogretmisti. Tabi o zamanlar, sakizlarin bir parlak bir mat kagitlari vardi, bugunku gibi draje degillerdi (tukurmek istedigimizde bize fellik fellik fis aratmazlardi!). O kadar cok sevmistim ki, kafam bir seye takildiginda, canim sıkıldığında ya da oylesine eglenmek icin; cebimde biriktirdigim kagitlari cikarir, bir saga bir sola katlayip birbirine gecirirdim amacsizca. Hatta merak eden bir suru arkadasima da ogrettim nasil yapildigini ama hic bir zaman ikinci duzeye gecemedim, zincir yapmaktan ileri gidemedim. Sonuc elimde m'lerce uzayan bir serit oldu ve kaldi...
Gecen kis, New York MOMA'da gezerken bir de ne goreyim? Benim sakiz kagitlarindan once zincir yapmislar, daha sonra da onlari ustuste gecirip onlardan rengarenk gece cantalari... O zaman cok begendim cantalari ama nasil yapildigini bildigim icin, paraya kiyip da satin alamadim, aklimin bir kosesinde yer etmis bir sekilde dukkandan ayrildim. Ustunden zaman gecti ve bende unuttum derken, Newsweek/Stil'de bir yazi gordum.
Sabanci Universitesi Toplumsal Duyarlilik Projeleri kapsaminda Tara Hopkins onderliginde çöp(m)adam isimli yeni bir proje gelistirilmis ve basarili bir sekilde hayata gecirilmis. Proje, eninde sonunda cope atilmaya mahkum rengarenk ambalaj kagitlarini kullanarak canta tasarlamayi ve bunu hayatlari boyunca hic kendi paralarini kazanmamis ev hanimlarina ogretip yaptirarak firsat yaratmayi kapsiyormus. T. Hopkins bu teknigi Meksika'da ogrenmis, ve simdiden Ayvalik, Istanbul ve Diyarbakir'da kurulan atolyelerdeki kadinlara bu isi ogreterek onlari is yasamina kazandirmayi basarmis. Unilever Turkiye'nin tasarim degisikligi nedeniyle kullanilmayan atik ambalajlarini geri donusturerek hem cevreye duyarli, hem de ihtiyac sahibi kadinlara destek olarak topluma duyarli bir proje yaratilmis. Sonuc olarakta, Istinye Park Boyner magazasinda satisa sunulan şık cantalarda cabasi!
Kabul ediyorum, geri donusturulen objelerden yaratilan tasarim urunlerine zaafim var. Gunluk hayatta kullanirken ne kadar estetik oldugunu farkina varmadigimiz ve eskiyince cope attigimiz butun bu urunleri bir anda kendi kullanimi disinda (hatta oldukca alakasiz sekilde!) gormek ve kullanmak cok hosuma gidiyor. Genelde bunlarin hepsi bana "ben bunu neden dusunemedim" ya da "cok zekice" dedirtiyor. Sonuc olarak eski fermuarlardan yapilmis bir bros ya da tir brandasinda yapilmis bir canta, ucak kemerinden yapilmis bir canta askisi bana oldukca cekici geliyor. Bazen insanlar, mesela annem;) benim deli oldugumu dusunuyor, babam buyukannesinin "eskiye ragbet olsaydi bit pazarina nur yagardi" lafini hatirlatiyor. Ama ben biliyorum ki, yalniz degilim;) Sadece geri donusum malzemelerinden urun yaratan markalar bile var, Secco gibi. Degisik bir suru marka var ama adlari ne olursa olsun, amaclari hep ayni. Dogru kaynaklari kullanarak yeni atiklar yaratmamak ve anlamli/eglenceli urunler ortaya cikarmak.
28 Ocak 2009 Çarşamba
26 Ocak 2009 Pazartesi
Hamdi'ye Yürüyüş
Pazar gunu Ipek oyle bir planla geldi ki bana, hayir diyebilmem imkansizdi. Tunel'den baslayarak, Galata, Karakoy ve ordan Eminonu rotasinda yurumek, fotograf cekmek ve son duragimiz olacak Hamdi'de fistikli kebap yemek! Tabi ki de, seve seve kabul ettim, Ipek ve ogrencilerine;) eslik ettim. Hamdi Restaurant Istanbul'da lezzetli kebap secenekleri ile bir klasikmis, Ipeknimo'dan duymus ama gitme firsati bulamamistim. Eski Istanbul'un kalbindeki 7/24 acik bu mekan ve bu mekanin super manzarasi da cok meshurmus...
Biraz geziye gec basladigimizdan ve yururken fotograf cekmeden duramamamdan olucak, kopruden Eminonu'ne gectigimizde betim benzim atmisti. Ne zaman Hamdi'nin camla kapli terasina ciktik ve Galata, Eminönü, Sultanahmet, Boğaz… manzarasi bizi karsiladi, ancak o zaman kendime geldim, hemen yiyecegimi siparis ettim.
Gercekten de, super manzarasiyla mekan, calisanlar ve servis hizi cok iyiydi. Ipek'in tavsiyesiyle yedigim fistikli kebap ve bol fistikli baklava da hic fena degiller. Ama tekrar gitsem farkli bir kebap yerdim diye dusunuyorum, ama ustune muhakkak! baklava...
Yediklerime her dikkat etmeye basladigimda, karsimda baklava bulmak zorunda miyim? Biri beni sınıyor mu acaba diye dusunmekten kendimi alamiyorum...
19 Ocak 2009 Pazartesi
Acı/Tatlı
Yeni tadlara ve mekanlara merakliyim derken, sadece şık ve modern yerlerin pesinde degilim elbette. Bugun bir cok tesaduf sonucu kendimizi Istanbul'un pek sık gitmedigimiz taraflarinda bulduk. 5 sene once Diyarbakir'da parmagimin ucu kadar cig kofte yedikten sonra 10 gun kendime gelemedigimden olucak, o gun bu gundur kendisi ile hic bir alakam olmamisti. Bugun Fatih'te Gaziantep Sec Baklavalari ve Cig Kofte Salonu'na gidince, israrlarin ardi arkasi kesilmedi. Dolayisiyla cig kofte de yedim, deev Antep Fıstıklı Havuç Dilim Baklava da... Cig Kofte aci, baklava ise baya bi tatliydi dogal olarak, ustune hic nefes almadan bol su icince ancak kendime gelebildim. Duyduguma gore baklavalar Sec firmasinin otobusleri ile her sabah Gaziantep'ten geliyormus, yani kesinlikle burada hazirlanmiyormus. Kendilerine ulasmak icin illa Fatih'e gitmek gerekmiyormus (buna pek sevindim), cunku Besiktas Barbaros Bulvari'nda da yeni yerleri acilmis.
18 Ocak 2009 Pazar
Galata dolaylarinda
Galata etrafinda dolanmaya merak sardim bu aralar. Her gecen gun daha da guzellesiyor; eski binalarin restorasyonlari, acilan yeni studyo, kafe ve workshoplarin varligi ile silkeleniyor semt, eski buyusu tekrar canlandirilmaya calisiliyor. Gerci ben eski halini nerden bilicem ama yinede kafamda canlandirabiliyorum Galata cevresindeki ara sokaklarin yakin zamanda nasil degisecegini.
Mavra Design.Cafe.Workshop kuledibindeki Serdar-i Ekrem Caddesinde, sicak ortami, farkli kulvarlardaki cesitli tasarimcilarin yaptigi oyuncaklari, ozel tasarlanmis koltuklari, kahve fincanlari ve sundugu aperatifler, icicek, yemek ve elbette bruch opsiyonlari ile çok şirin bir mekan. Gevezelik, bos soz anlamina gelen Mavra, arkadaslarla takilip samata yapmak icin de, elinize kitabinizi alip bir cay/kahve esliginde tek basiniza keyif yapmak icin de cok hos bir yer. Yonca Akçay'ın ilk başta yarı kafe yarı seramik atölyesi olarak tasarladığı Mavra, iki ay önce açılmış ama simdeden Galata sakinlerinin ilgisini cekmise benziyor ki, hep icerdeki koltuklari dolduruyor. Starbucks, Gloria Jeans gibi birbirinin tipkisinin aynisi mekanlardan sıkılanlara (mesela ben) cazip gelebilir diye dusunuyorum.
Mavra'da sundugu urunler kadar, oraya takilan insanlarda cok zevkli. Evvelsi gun, annemlerle kafede otururken kendimi hic tanimadigim bir grup insanla alakasiz bir yere giderken buldum mesela. Ortak ilgi alanlarimiz oldugunu farkedince Mavra Galata sakinlerinin pesine takiliverdim.
Contemporary Istanbul Special Projects kapsaminda Alexander Berg isimli fotograf sanatcisi "One Shot Istanbul" isimli bir proje yurutuyormus. Bu projeyi daha onceden New York ve Pekin'de de gerceklestiren Alex, projenin ucuncu ayagi icin diger iki sehirden farkli bir sehrin ve kulturun insanlari ile calismak istemis. 25.12.08 - 18.01.09 tarihleri arasinda kamera karsina gecmek isteyen herkesi tek poz/tek an/tek kare icin studyosuna bekliyormus. Mavra Galata sakinlerinden bu tecrubeyi daha onceden yasayanlar bir organizasyon yapmis, bu grubun da toplu bir fotografi olsun istemis ve randevu almislar. Bende merakli melahat olarak, durumu kolacan etmek icin yanlarina yapistim. Belki daha Galata sakini olamadim ama kimbilir, beni aralarina kabul eden bu gruba bende cok alisir ve onlarla takilmaya baslarim bir gun;) Asil cekime gelecek olursak; Rumeli Han'a varip studyoyu bulduktan sonra, bir soru kagidi karsiladi bizi; fotograf cektirmek isteyenlerin adlarini, nereli olduklarini, Alex'ten ne tarz bir cekim istediklerini soran bir nevi form. Formun son ve en zor sorusu ise, fotografiniza vermek istediginiz isim nedir? Ve elbette fotografinizin cesitli sergi ve kitaplarda kullanim hakkini seve seve verdiginizi simgeleyen bir imza! Iste bu kadar. Paraflaslar kuruldu, isik olcumleri yapildi, oldukca kalabalik Mavra Galata sakinleri bir kareye sigabilmek adine sıkıştı. Bende arkadan bu manzarayi seyrettim, bir kac fotograf cektim, "One Shot" anini bekledim. Cekim sonrasi uzaktanda olsa fotografi gordum, kendi cektiklerimi cok merak ettim ve elbette kafamda bizim kizlarla da toplu bir cekime gelme hayalleri ile studyoyu terkettim.
Fotograf: Alexander Berg
Alexander Berg ve One Shot projesi hakkinda daha fazla bilgi fotografmag'da bulunabilir.
Fotograf: Intermediate Turkish;) (Bu da benim, One Shot anini fotograflayisim)
Gel zaman git zaman, zaman su gibi akip gecti. Projenin son gunlerine yaklasilmaya baslanmisti ki, ben once randevu almaya calisinca aslinda buna gerek olmadigini ogrendim. Gitmeye niyetlendigimiz gun geldiginde ise, ansizin bir mail geldi. Son haftalarina girdiklerinden ve maalesef butun randevular doldugundan bizi kabul edemeyeceklermis... Kizmadim desem yalan olur, daha dogrusu bozuldum. Kendimi bu cekim icin baya hazirlamistim ama olsun, biz kendimiz de bir cekim yapabiliriz diye dusunuyorum. Daha onceden alasini yapmamis miydik?
Mavra Design.Cafe.Workshop kuledibindeki Serdar-i Ekrem Caddesinde, sicak ortami, farkli kulvarlardaki cesitli tasarimcilarin yaptigi oyuncaklari, ozel tasarlanmis koltuklari, kahve fincanlari ve sundugu aperatifler, icicek, yemek ve elbette bruch opsiyonlari ile çok şirin bir mekan. Gevezelik, bos soz anlamina gelen Mavra, arkadaslarla takilip samata yapmak icin de, elinize kitabinizi alip bir cay/kahve esliginde tek basiniza keyif yapmak icin de cok hos bir yer. Yonca Akçay'ın ilk başta yarı kafe yarı seramik atölyesi olarak tasarladığı Mavra, iki ay önce açılmış ama simdeden Galata sakinlerinin ilgisini cekmise benziyor ki, hep icerdeki koltuklari dolduruyor. Starbucks, Gloria Jeans gibi birbirinin tipkisinin aynisi mekanlardan sıkılanlara (mesela ben) cazip gelebilir diye dusunuyorum.
Mavra'da sundugu urunler kadar, oraya takilan insanlarda cok zevkli. Evvelsi gun, annemlerle kafede otururken kendimi hic tanimadigim bir grup insanla alakasiz bir yere giderken buldum mesela. Ortak ilgi alanlarimiz oldugunu farkedince Mavra Galata sakinlerinin pesine takiliverdim.
Contemporary Istanbul Special Projects kapsaminda Alexander Berg isimli fotograf sanatcisi "One Shot Istanbul" isimli bir proje yurutuyormus. Bu projeyi daha onceden New York ve Pekin'de de gerceklestiren Alex, projenin ucuncu ayagi icin diger iki sehirden farkli bir sehrin ve kulturun insanlari ile calismak istemis. 25.12.08 - 18.01.09 tarihleri arasinda kamera karsina gecmek isteyen herkesi tek poz/tek an/tek kare icin studyosuna bekliyormus. Mavra Galata sakinlerinden bu tecrubeyi daha onceden yasayanlar bir organizasyon yapmis, bu grubun da toplu bir fotografi olsun istemis ve randevu almislar. Bende merakli melahat olarak, durumu kolacan etmek icin yanlarina yapistim. Belki daha Galata sakini olamadim ama kimbilir, beni aralarina kabul eden bu gruba bende cok alisir ve onlarla takilmaya baslarim bir gun;) Asil cekime gelecek olursak; Rumeli Han'a varip studyoyu bulduktan sonra, bir soru kagidi karsiladi bizi; fotograf cektirmek isteyenlerin adlarini, nereli olduklarini, Alex'ten ne tarz bir cekim istediklerini soran bir nevi form. Formun son ve en zor sorusu ise, fotografiniza vermek istediginiz isim nedir? Ve elbette fotografinizin cesitli sergi ve kitaplarda kullanim hakkini seve seve verdiginizi simgeleyen bir imza! Iste bu kadar. Paraflaslar kuruldu, isik olcumleri yapildi, oldukca kalabalik Mavra Galata sakinleri bir kareye sigabilmek adine sıkıştı. Bende arkadan bu manzarayi seyrettim, bir kac fotograf cektim, "One Shot" anini bekledim. Cekim sonrasi uzaktanda olsa fotografi gordum, kendi cektiklerimi cok merak ettim ve elbette kafamda bizim kizlarla da toplu bir cekime gelme hayalleri ile studyoyu terkettim.
Fotograf: Alexander Berg
Alexander Berg ve One Shot projesi hakkinda daha fazla bilgi fotografmag'da bulunabilir.
Fotograf: Intermediate Turkish;) (Bu da benim, One Shot anini fotograflayisim)
Gel zaman git zaman, zaman su gibi akip gecti. Projenin son gunlerine yaklasilmaya baslanmisti ki, ben once randevu almaya calisinca aslinda buna gerek olmadigini ogrendim. Gitmeye niyetlendigimiz gun geldiginde ise, ansizin bir mail geldi. Son haftalarina girdiklerinden ve maalesef butun randevular doldugundan bizi kabul edemeyeceklermis... Kizmadim desem yalan olur, daha dogrusu bozuldum. Kendimi bu cekim icin baya hazirlamistim ama olsun, biz kendimiz de bir cekim yapabiliriz diye dusunuyorum. Daha onceden alasini yapmamis miydik?
17 Ocak 2009 Cumartesi
Tarihi Pano Saraphanesi
Hayatim bir monotonlasmaya baslamasin, hemen kendimi var oldugum ortamdan uzaklara isinlamak; yeni insanlarla tanismak, yeni tadlar kesfetmek, yeni yerler gormek istiyorum. Uzun bir suredir bu bahsettigim ruh halinin icinde oldugumdan, eskiden hayatta yapmam dedigim seylere soyunur buluyorum kendimi...
Agzina cay koymayan ben, resmen kendisinden vazgecemiyorum mesela ya da Frappuchinodan baska kahve bilmezken; turk kahvesi iciyorum, espressoya hayir diyemiyorum. Zaten liseden, universiteden, hatta italya'dan bir cok arkadasim varken ve kendileri bana fazla fazla yeterken, arkadaslarimin arkadaslariyla, gayet yabanci oldugu ortamlarda tanimadigim insanlarla zaman gecirmekten, yeni insanlarla tanisip kaynasmaktan muthis keyif almaya basladigimi farkediyorum bu aralar. Ben ki yeni ortamlarda, yeni insanlara, yeni tadlara ve aksiyonlara karsi mesafeli ve temkinli bir insanim ( hep ayni restoranlara gidip, cesit cesit yemek icinden her seferinde aynisini secip yine de mutlu olabilirim, hatta kendimi yine! riske atmadigim icin rahat bir oh cekerim gizlice;) artik bugune kadar denemedigim yeni seyler yapmak istiyorum. Bilen bilir, kalabalik bir topluluk onunde donup kalma, seyirciyi endiseye sokacak kadar uzun bir sure sessizligimi koruma yetisine sahibim, bir teklif gelse kendimi tiyatro sahnesine atmak, bir oyunda rol almak bile istiyorum, kendime inanamiyorum. Sanki icime biri girmis, eski Gozde gitmis yenisi gelmis...
Dun aksam, Italya'dan ust kat komsum Nihan Omuz'un dogumgunu vesilesiyle Taksim'de ki bir organizasyona davet edildim.
Nihan aslen Ankarali oldugundan, cevresi de bana oldukca yabanci olmasina ragmen teklifi kabul ettim. Eee, ne de olsa isin sonunda yeni insanlarla tanismak, saraptan zevk almaya basladigim bugunlerde yeni bir mekan ogrenmek ve elbette bir dogumgunu bahanesi vardi. Iyi ki de gitmisim; insanlar da, tadlar da, mekan da cok zevkliydi.
fotograf: Caner Cangül
Mekanimiz Tarihi Pano Saraphanesi Samatyali bir Rum aileden olan Panayot Papadopulus tarafından 1898'de kurulmus, yani 110 yillik bir saraphane. O zaman sarap yapip satmak icin yapilan ilk bina olma ozelligine sahip bu yapiyi insa edebilmek icin butun mallarini satip buraya yatirmis Panayot. Daha sonra ki yillarda, bir sureligine ilk musterisi hep Yerant isimli bir disci olmus mesela, hatta su ve elektrik parasına iştirak etmesi karsiliginda, mekani bu disci ile paylasmayi kabul etmis Pano ve bir sure üst kat mehyane, alt kat muayenehane olarak calismis. Bir zamanlarda, her Cumartesi en güzel kıyafetlerini giyip Pano'ya gelen Madam Aaraksi, olen kocasi Bay Vangel anisina şarap ısmarlarmis tüm kalabalığa, dolayisla Cumartesi kalabaliklari gun gectikce artmaya baslamis...
Mekanin tarihinden bu minik detaylari Tarihi Pano Saraphanesi'nin sitesinden ogrendikten sonra bu tarihi saraphaneye tekrar gitmek icin sebeplerim artti gibi hissettim. Hayatimda ilk defa saraphaneye gitmis, hatta agzima sarap koymaya yeni yeni baslamis bir insan olmama ragmen, mutlu mesut neseli bir insan olarak ayrildim Pano'dan. Yedigim yemeklerin tadi da, ictigimiz Türkiye'de yalnızca Marmara ve Avşa adalarında yetiştirilen Adakarası üzümlerinden üretilen ve kırmızı meyve aromalarına sahip hafif içimli Pano Adakarası şarabinin tadi da gercekten lezzetliydi. Benim icin en az tadlar kadar onemli olan restoranin atmosferi de, muzikleri de oldukca guzeldi.
Agzina cay koymayan ben, resmen kendisinden vazgecemiyorum mesela ya da Frappuchinodan baska kahve bilmezken; turk kahvesi iciyorum, espressoya hayir diyemiyorum. Zaten liseden, universiteden, hatta italya'dan bir cok arkadasim varken ve kendileri bana fazla fazla yeterken, arkadaslarimin arkadaslariyla, gayet yabanci oldugu ortamlarda tanimadigim insanlarla zaman gecirmekten, yeni insanlarla tanisip kaynasmaktan muthis keyif almaya basladigimi farkediyorum bu aralar. Ben ki yeni ortamlarda, yeni insanlara, yeni tadlara ve aksiyonlara karsi mesafeli ve temkinli bir insanim ( hep ayni restoranlara gidip, cesit cesit yemek icinden her seferinde aynisini secip yine de mutlu olabilirim, hatta kendimi yine! riske atmadigim icin rahat bir oh cekerim gizlice;) artik bugune kadar denemedigim yeni seyler yapmak istiyorum. Bilen bilir, kalabalik bir topluluk onunde donup kalma, seyirciyi endiseye sokacak kadar uzun bir sure sessizligimi koruma yetisine sahibim, bir teklif gelse kendimi tiyatro sahnesine atmak, bir oyunda rol almak bile istiyorum, kendime inanamiyorum. Sanki icime biri girmis, eski Gozde gitmis yenisi gelmis...
Dun aksam, Italya'dan ust kat komsum Nihan Omuz'un dogumgunu vesilesiyle Taksim'de ki bir organizasyona davet edildim.
Nihan aslen Ankarali oldugundan, cevresi de bana oldukca yabanci olmasina ragmen teklifi kabul ettim. Eee, ne de olsa isin sonunda yeni insanlarla tanismak, saraptan zevk almaya basladigim bugunlerde yeni bir mekan ogrenmek ve elbette bir dogumgunu bahanesi vardi. Iyi ki de gitmisim; insanlar da, tadlar da, mekan da cok zevkliydi.
fotograf: Caner Cangül
Mekanimiz Tarihi Pano Saraphanesi Samatyali bir Rum aileden olan Panayot Papadopulus tarafından 1898'de kurulmus, yani 110 yillik bir saraphane. O zaman sarap yapip satmak icin yapilan ilk bina olma ozelligine sahip bu yapiyi insa edebilmek icin butun mallarini satip buraya yatirmis Panayot. Daha sonra ki yillarda, bir sureligine ilk musterisi hep Yerant isimli bir disci olmus mesela, hatta su ve elektrik parasına iştirak etmesi karsiliginda, mekani bu disci ile paylasmayi kabul etmis Pano ve bir sure üst kat mehyane, alt kat muayenehane olarak calismis. Bir zamanlarda, her Cumartesi en güzel kıyafetlerini giyip Pano'ya gelen Madam Aaraksi, olen kocasi Bay Vangel anisina şarap ısmarlarmis tüm kalabalığa, dolayisla Cumartesi kalabaliklari gun gectikce artmaya baslamis...
Mekanin tarihinden bu minik detaylari Tarihi Pano Saraphanesi'nin sitesinden ogrendikten sonra bu tarihi saraphaneye tekrar gitmek icin sebeplerim artti gibi hissettim. Hayatimda ilk defa saraphaneye gitmis, hatta agzima sarap koymaya yeni yeni baslamis bir insan olmama ragmen, mutlu mesut neseli bir insan olarak ayrildim Pano'dan. Yedigim yemeklerin tadi da, ictigimiz Türkiye'de yalnızca Marmara ve Avşa adalarında yetiştirilen Adakarası üzümlerinden üretilen ve kırmızı meyve aromalarına sahip hafif içimli Pano Adakarası şarabinin tadi da gercekten lezzetliydi. Benim icin en az tadlar kadar onemli olan restoranin atmosferi de, muzikleri de oldukca guzeldi.
15 Ocak 2009 Perşembe
Vicky Cristina Barcelona
Vicky Cristina Barcelona; icinde ask, tutku, inkar, sorgulama ve kabullenme barindiran, başrollerini Rebecca Hall, Scarlett Johansson, Javier Bardem ve Penelope Cruz'un ustlendigi bir Woody Allen filmi. Bolcana ask, sanat ve sarap barindirdigi icin romantik mi desem, filmi izlerken surekli kendimi kikirdarken buldugum icin komedi mi desem bilemiyorum (romantik komedi demeye dilim varmiyor...) ama oldukca hos bir film oldugunu soyleyebilirim. Filmi izlerken gulmus olabilirim ama sinema salonundan icimde bir buruklukla ayrildigimi da eklemeden gecemeyecegim.
Kadin erkek iliskileri ve insanlik halleri uzerine olan filmde, Woody Allen izleyiciye filmin konusunda da oldugu gibi Barselona'ya bir kac ayligina turist olarak gelmis Amerikalilarin gezecegi yerlerde gezer gibi gezdiriyor bizi, la Rambla'da yurutuyor, Park Guell'den geciyor ve benim Barselona askimi deprestiriyor... Gecen sene Milano'nun lokasyonu dolayisiyla bir cok avrupa sehrine firsati bulunmustum ama hic birinden Barselona kadar etkilenmemistim. Havasindan midir suyundan mi, yoksa sehri donatmis Gaudi ve diger sanatcilarin eserlerinden, milano gibi dumduz bir sehir degilde, inisli cikisli bol yokuslu istanbul'a benzemesinden, daracik sokaklarindan, eski binalarindan, sokaklardaki muzisyenlerden, sarkicilardan, ne dedigi onemsiz;) ispanyolcanin bazi insanlara cok yakismasindan;) midir karar veremiyorum ama ben Barselona'ya gercekten bayildim. Neden ama neden ben bir senemi Barselona'da degil de, Milano'da harcadim diye de kendime sorarim...
Neyse, filmimize donecek olursak, icindeki karisik iliskilerden dolayi tahmin edilmesi zor gibi bir film gibi gozuksede, aslinda film boyunca olan neredeyse hic bir sey sasirtmadi beni. Sanirim yaratilan karakterlerin duygularinin karisiklikligi cok tanidik geldi bana. Hele bir sonu var ki, cok olagandi. Bende olsaydim, aynisi yapardim...
Asil begendigim kisimlara gelince, Maria Elena'nin askin surekli kalabilmesinin nasil mumkun olacagini ozetleyen cumlesi, Juan Antonio'nun sair babasinin siirlerini kitlelerle paylasmamasinin sebebi cok dogru ve anlamliydi. Amerikalilarin aliskanliklari,
takintilari ile cok guzel dalga gecilmis, iste o kisimlari beni baya bi guldurdu. Kulagina hos geldigi icin cince ogrendigini soyleyen Christina'nin soruldugun tek kelime edememesi bana benzetsem de, aslinda birbirindan cok farkli uc kadin karakterden elbette ki en cok kendimi Vicky'e yakin hissettim. Asktan ziyada duzgun bir adam oldugu icin uyum ve guven hissettigi ve dolayisiyle evlenmeyi dusundugu bir esi var ama Barselona kacamagi, hayattan ne istedigini bilmedigini farketmesine ve de aslinda kendini duzene uydurmak, daha fazla kafa yormamak ve yasayip gitmek yerine, ask ve ofkeyle ozgurce yasamayi tercih edecegini farkediyor. Bi de sevgili Javier var ki;), bir adam hem nasil bu kadar itici ama ayni zamanda cekici olabilir, kendisi bu filmde bunu kanitliyor.
Akdeniz tadindaki bu film, insani rahatlatiyor. Sanki onlar saraplari ictikce ben gevsedim, bir kac kadehten sonra nasil hissediyorsam, ayni oyle hissettim... Gevsemis, yuzumde surekli bir tebessum, aklimda Barselona'ya tez zamanda gitme fikriyle salondan ayrildim ve evet, ben artik sarap iciyorum;). Bide ispanyolca tekrar mi baslasam diyorum.
14 Ocak 2009 Çarşamba
Kullanilma Kilavuzu
Ben bi kilavuz hazirlasam, en iyi kullanilma uzerine yazarim bu aralar. Demek istedigim, bir insan nasil karsiliginda hic bir sey beklemeden hem zamanini heba edip, hemde paralari carcur edebilir. Bunlarin yaninda maddi karsiligi bir turlu bicilemeyen emegi de zaten hediyesidir...
Insanlarin kurumsallasmis kimlikleriyle varolan islerini bile kor topal yuruttukleri bugunlerde, kendi basimiza is yapmaya kalkistigimiz zamana tekabul ediyor bu hikaye. Yeni mezun ve issiz kategorisinin on siralarinda giden namimla, bana cazip gelen her teklif ustune kafa yoruyor ve degerlendirmeye aliyordum bir zamanlar. Ama bunlardan daha onemlisi bu karsima cikan kisileri (ki hic biri gunun birinde sokakta tesadufen karsima cikmis kisiler degildir) aile ya da arkadaslar araciligi ile tanima sansina eristigim icin ciddiye aliyor, sozlerine inaniyor ve guveniyordum. Hic bir zaman, bir beklenti icine girmekten bahsetmiyorum burada, ne de olsa vadedilen bir sey yoktu ortada.. vardi da, yoktu iste aslinda.
Hikaye soyle basliyor; once aracilar ortaya cikiyor ve birlikte calisabilecek kisileri biraraya getiriyor, yani is sahibi kisiyi ve taze kan damarlarinda gurul gurul akan girisimci gencleri. Bir cok yuzyuze gorusme ve sayisiz telefon gorusmeleri gerceklestiriliyor. Fikirler paslasiliyor, mail trafigi son surat ilerliyor. Is sahibi insan bir iki fikir atip ortaya, sizin neler dusundugunuzu, varsa yeni fikirlerinizi merak ediyor. Eger kafanizda bir seyler varsa, vay halinize! o zaman hemen onlari hayata gecirelim ya da siz gecirin ve bana bi ugrayin diyor; once sirketine, daha sonra disarda bir bulusma noktasina, hatta evine servis bekliyor. Bu sirada taze girisimci genclerimiz, canlarini dislerine takiyor, kendinden verebilecekleri herseyi ortaya koyuyorlar, dogal olarak en iyisini yapmak istiyorlar. Istenilen zamanlarda teklifler veriliyor, tabii ki de bu begenilmeyen teklifler ustuste revizyonlara ugruyor. Her zaman is sahibi, daha cok urun ve daha dusuk fiyat istiyor ve surekli olarak "malum, kriz..." diyor. Zaman hizla geciyor ve o gun geliyor. "..Siz zaten aslansiniz kaplansiniz" ile baslayip, ardindan "tamam, tamam bu is sizindir.." diyen kisilerin, o isi aslinda size degil de, baskasina paslandigini, o "baskasi"ndan ogrenmek insani baya bir yikiyor once, ya da bir anda butun telefonlariniz "su anda mesgul, su anda ofis disinda, su anda toplatida.." nidalariyla karsilik bulduktan sonra insan cildirmaya basliyor. Taze girisimcimiz alnimda "enayi" mi yaziyor diye dusunuyor surekli, yataginda dort donuyor ama daha sonra garip bir dinginlik sariyor bedenini, umursamamaya basliyor. Bunlar ustuste biriktikce insan is hayatina daha da hazir hissediyor kendini, zaten bu yollardan gecmek zorunda oldugumuzu biliyordum diyor. Biliyordun madem, neden bile bile bu kadar uzulmek...
Aylar gectikten sonra anliyor ki insan, benim bu insanlardan tek istedigim samimiyetmis diyor. Beraber calisma ihtimali olan insanlar birbirinin tarzlarini begenmeyebilir, isin kalitesi konusunda celisebilir, cikarlari uyusmayabilir.. butun bunlar iki taraf icinde gecerli olabilir ama bunlari samimi bir sekilde birbirine yeri ve zamani geldiginde soylerler, en azindan soylemeye calisir ya da caktirir diye dusunuyordum. Meger is hayatinda boyle yazilmamis kurallar yokmus, zaten ne gerek varmis;) Hic bir seyin kolay olmayacagini zaten biliyordum ama bu kadari insanin sevkini kiriyor. En cokta annemlerden "eee, is hayati kizim bu... bazi seyleri yasaya yasaya ogreneceksiniz, bunlara kendinizi kullandirtmamakta dahil..." cumlesini duydukca cildiriyorum.
Ve sevgili dusunur t.'nin bir lafi ile noktaliyorum bu kilavuzun ilk bolumu... "iyi oluyor bize butun bunlar, ohh! yoksa bizim zaten aklimizin basimiza gelecegi yoktu..."
Insanlarin kurumsallasmis kimlikleriyle varolan islerini bile kor topal yuruttukleri bugunlerde, kendi basimiza is yapmaya kalkistigimiz zamana tekabul ediyor bu hikaye. Yeni mezun ve issiz kategorisinin on siralarinda giden namimla, bana cazip gelen her teklif ustune kafa yoruyor ve degerlendirmeye aliyordum bir zamanlar. Ama bunlardan daha onemlisi bu karsima cikan kisileri (ki hic biri gunun birinde sokakta tesadufen karsima cikmis kisiler degildir) aile ya da arkadaslar araciligi ile tanima sansina eristigim icin ciddiye aliyor, sozlerine inaniyor ve guveniyordum. Hic bir zaman, bir beklenti icine girmekten bahsetmiyorum burada, ne de olsa vadedilen bir sey yoktu ortada.. vardi da, yoktu iste aslinda.
Hikaye soyle basliyor; once aracilar ortaya cikiyor ve birlikte calisabilecek kisileri biraraya getiriyor, yani is sahibi kisiyi ve taze kan damarlarinda gurul gurul akan girisimci gencleri. Bir cok yuzyuze gorusme ve sayisiz telefon gorusmeleri gerceklestiriliyor. Fikirler paslasiliyor, mail trafigi son surat ilerliyor. Is sahibi insan bir iki fikir atip ortaya, sizin neler dusundugunuzu, varsa yeni fikirlerinizi merak ediyor. Eger kafanizda bir seyler varsa, vay halinize! o zaman hemen onlari hayata gecirelim ya da siz gecirin ve bana bi ugrayin diyor; once sirketine, daha sonra disarda bir bulusma noktasina, hatta evine servis bekliyor. Bu sirada taze girisimci genclerimiz, canlarini dislerine takiyor, kendinden verebilecekleri herseyi ortaya koyuyorlar, dogal olarak en iyisini yapmak istiyorlar. Istenilen zamanlarda teklifler veriliyor, tabii ki de bu begenilmeyen teklifler ustuste revizyonlara ugruyor. Her zaman is sahibi, daha cok urun ve daha dusuk fiyat istiyor ve surekli olarak "malum, kriz..." diyor. Zaman hizla geciyor ve o gun geliyor. "..Siz zaten aslansiniz kaplansiniz" ile baslayip, ardindan "tamam, tamam bu is sizindir.." diyen kisilerin, o isi aslinda size degil de, baskasina paslandigini, o "baskasi"ndan ogrenmek insani baya bir yikiyor once, ya da bir anda butun telefonlariniz "su anda mesgul, su anda ofis disinda, su anda toplatida.." nidalariyla karsilik bulduktan sonra insan cildirmaya basliyor. Taze girisimcimiz alnimda "enayi" mi yaziyor diye dusunuyor surekli, yataginda dort donuyor ama daha sonra garip bir dinginlik sariyor bedenini, umursamamaya basliyor. Bunlar ustuste biriktikce insan is hayatina daha da hazir hissediyor kendini, zaten bu yollardan gecmek zorunda oldugumuzu biliyordum diyor. Biliyordun madem, neden bile bile bu kadar uzulmek...
Aylar gectikten sonra anliyor ki insan, benim bu insanlardan tek istedigim samimiyetmis diyor. Beraber calisma ihtimali olan insanlar birbirinin tarzlarini begenmeyebilir, isin kalitesi konusunda celisebilir, cikarlari uyusmayabilir.. butun bunlar iki taraf icinde gecerli olabilir ama bunlari samimi bir sekilde birbirine yeri ve zamani geldiginde soylerler, en azindan soylemeye calisir ya da caktirir diye dusunuyordum. Meger is hayatinda boyle yazilmamis kurallar yokmus, zaten ne gerek varmis;) Hic bir seyin kolay olmayacagini zaten biliyordum ama bu kadari insanin sevkini kiriyor. En cokta annemlerden "eee, is hayati kizim bu... bazi seyleri yasaya yasaya ogreneceksiniz, bunlara kendinizi kullandirtmamakta dahil..." cumlesini duydukca cildiriyorum.
Ve sevgili dusunur t.'nin bir lafi ile noktaliyorum bu kilavuzun ilk bolumu... "iyi oluyor bize butun bunlar, ohh! yoksa bizim zaten aklimizin basimiza gelecegi yoktu..."
9 Ocak 2009 Cuma
Bolt
Her yeni gün macera, tehlike ve entrikalarla bogusan sevimli Bolt, aslinda cok sevilen bir televizyon dizisinin starı ama o bunu bilmiyor. Basina gelen butun olaylari gercek zannediyor, film hilelerini kendi gucleri saniyor. Cok tatli, cok sempatik bisi olan bas kahramanimiz, bir gun kendini set disinda bulunca ve artik guclerine sahip olmadigini farkedince, sudan cikmis baliga donuyor.
Filmin konusu super, eglenceli, degisik. Bolt, Mittens, Rhino; ucu de harika karakterler. Bir de guvercinler var ki, boyun ve goz hareketleri takdire sayan. Cok gulduk, aksami neseli kapadik sonuc olarak. Tabi bunda filmi Real D izlememizin, dagitilan gozluklerin bizde kalmasinin ve bizim bu gozluklerle insan icine cikmakta hic bir sakinca gormememizin de etkisi olabilir. Animasyon sevenlere tavsiye edilir. Gerci etmeyenlere de tavsiye ederim ben.
3 Ocak 2009 Cumartesi
Sürmanşet
Sadece ic karartmaya yarayan gazetelerin en sevdigim, hatta tek sevdigim tarafi icinde sinema, tiyatro, kitap ve konser bilgilerini barindiran kultur sanat ekleri, bende hem kimler sahnelerdeymis, sahnelenen eserlerin tanitim posterleri neye benzermis buradan takip ediyorum. Gecenlerde Erkan Can, Dolunay Soysert, Tardu Flordun, Ceyda Düvenci ve Beste Bereket'in oynadiklari oyunun bir afisini gorunce merak etmistim, acaba bu oyun neye benzer diye. Arkadasimdan gelen teklifle, atladim bu firsatin ustune. İstanbul Halk Tiyatrosunun bir oyunu olan Sürmanşet, Sinan Tuzcu tarafindan yazilan bir politik-drama ve BKM'de sahneleniyor.
Oyun, mafya/siyaset/polis üçgeninde bir skandali anlatirken, bu üç kesimle hic bir alakasi olmamasi dolayisiyla siradan hayatlari oldugunu soyleyebilecegim bir abla kardesin nasil bir anda kendilerini kendi rizalarinin disinda ama bu olayin basrolunde bulabildiklerini anlatiyor. Insanlari dusunmeye ittigi ana fikrini sevdim oyunun, ve elbette sahne tasarimini ve video enstalasyonlarinin kullanim seklini daha onceden ornegini gormedigim icin cok yenilikci buldum ve begendim.
Ilk yarinin biraz monoton ve siradan ilerlemesine sıkılsamda, ve bakanin oglu Tardu Flordu'nun surekli kufurlu konusmasina seyircinin cik cik diye tepkiler vermesine cildirsamda, ikinci yarida oyun baya bi toparlandi ve hos bir sekilde noktalandi. Hikaye anlatimini icindeki gecisleri sevdim.
Internette gordugume gore, bu oyunun en çarpıcı bölümü guyya lezbiyen öpüsme sahnesiymis. Icinde cok muhim bir mesaj barindiran ve gorsel/isitsel tasarimlarla renklendirilmis bu oyunda insanlarin ilgisini ancak ve ancak Beste Bereket ve Dolunay Soysert’in oyunda sevgili olmaları ve sahnede Fransız usulü öpüşmeleri mi cekmis? Ben mi sahneye cok uzaktim, yoksa bu insanlar sasirmis mi?
1 Ocak 2009 Perşembe
Galiba büyüdüm
Galiba büyüdüm. Hani çocuklar belli bir yasa geldikten sonra, Noel Baba'ya inanmaktan vazgeçerler ya, bende ayni sekilde belli bir yaşa geldim ve artik yeni yila inanmaktan vazgeçtim... Bilmiyorum, belki de bu dönemlik bir seydir, yani aslinda umarim öyledir. Bu sene ne dükkanlarin vitrinlerini kaplayan yeni yil süslemeleri, ne de meydanlari kaplayan isiklandirmalar bana keyif vermedi. Hele hele aileme ve arkadaslarima hediye alma ritüeli tam bir kabusa dönüstu. Gazetelerde boy boy cikan yeni yildan beklentileriniz, hayata gecirmeye karar verdiginiz planlariniz, istekleriniz, umutlariniz hepsi o kadar anlamsiz geldi ki, sanki haberlerin hepsi yilin yanlis zamaninda baskiya girmis gibiydi.
31 Aralik aksami disarda olmak, arkadaslarimla eglenip gecenin tadini cikarmak, uzunca bir suredir icinde bulundugum kara buluttan siyrilip alip basimi hic bilmedigim yerlere gitmek isterken asiri bir sekilde, yine kendimi eve cakilmis buldum. Disarda sonu gelmeyen bir yagmur, kat kat giyinmeme ragmen iliklerime kadar usumeme neden olan soguk, Nisantasi'na gitsem arabayi nereye park edicem sorusu ve eger istedigim gibi icersem eve nasil donecegim sorunsali. Hepsi ustuste binip, bir dag oldu resmen ve ben o dagi asamadim. Gece disari cikmadim. Demek o kadar cok disari cikmak istemiyormusum, haberim yokmus. Sanirim benim problemim ne isteyip, ne istemedigimi bilmemek. Evet! Sonuc olarak, evde kaldim, ve annemlerin davetine misafir olarak katildim. Dayimlar ve diger misafirlerimiz ile binbir cesit yemegin, citir citir yanan sominenin ve tatli muhabbetin tadini cikardim. Ne zaman geri sayildi, ne zaman 2008 bitti, ne zaman bir cok insana mucizeler getirmesi umudedilen 2009 geldi, kacirdim. Herkes birbirine sarildi, öpüştü. Sonrasini zaten hic hatirlamiyorum. Odama cikmisim, elime kitabimi almis ve yatagima uzanmisim. Yilbasi kiyafetlerim ile, sabaha kadar yattigim pozisyonda uyuya kalmisim, külotlu coraplarim bile üstümde...
Insan icinde bulundugu anin tadini neden o anda cikaramiyor? Simdi o geceye bakinca, düsünüyorum... Insanin karninin leziz yemeklerle dolu olmasindan, sirtinin yanan atesle isinmasindan, elinde hizla okursa biteceginden korkacagi kitabi ile yumusacik yataginda uzanmasi ve uyuya kalmasindan, uzaktan ve derinden de olsa sevdiklerinin sesini arka planda duymasindan, orda olduklarini bilmesinden daha guzel bir sey var mi bu dunyada? Sanmiyorum.
Ha bir de yeri gelmisken, ben büyümek istemiyordum ki!
31 Aralik aksami disarda olmak, arkadaslarimla eglenip gecenin tadini cikarmak, uzunca bir suredir icinde bulundugum kara buluttan siyrilip alip basimi hic bilmedigim yerlere gitmek isterken asiri bir sekilde, yine kendimi eve cakilmis buldum. Disarda sonu gelmeyen bir yagmur, kat kat giyinmeme ragmen iliklerime kadar usumeme neden olan soguk, Nisantasi'na gitsem arabayi nereye park edicem sorusu ve eger istedigim gibi icersem eve nasil donecegim sorunsali. Hepsi ustuste binip, bir dag oldu resmen ve ben o dagi asamadim. Gece disari cikmadim. Demek o kadar cok disari cikmak istemiyormusum, haberim yokmus. Sanirim benim problemim ne isteyip, ne istemedigimi bilmemek. Evet! Sonuc olarak, evde kaldim, ve annemlerin davetine misafir olarak katildim. Dayimlar ve diger misafirlerimiz ile binbir cesit yemegin, citir citir yanan sominenin ve tatli muhabbetin tadini cikardim. Ne zaman geri sayildi, ne zaman 2008 bitti, ne zaman bir cok insana mucizeler getirmesi umudedilen 2009 geldi, kacirdim. Herkes birbirine sarildi, öpüştü. Sonrasini zaten hic hatirlamiyorum. Odama cikmisim, elime kitabimi almis ve yatagima uzanmisim. Yilbasi kiyafetlerim ile, sabaha kadar yattigim pozisyonda uyuya kalmisim, külotlu coraplarim bile üstümde...
Insan icinde bulundugu anin tadini neden o anda cikaramiyor? Simdi o geceye bakinca, düsünüyorum... Insanin karninin leziz yemeklerle dolu olmasindan, sirtinin yanan atesle isinmasindan, elinde hizla okursa biteceginden korkacagi kitabi ile yumusacik yataginda uzanmasi ve uyuya kalmasindan, uzaktan ve derinden de olsa sevdiklerinin sesini arka planda duymasindan, orda olduklarini bilmesinden daha guzel bir sey var mi bu dunyada? Sanmiyorum.
Ha bir de yeri gelmisken, ben büyümek istemiyordum ki!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)