23 Kasım pazartesi sabahı, sabaha karşı Küba'ya gitmek üzere yola çıktık annem ve babamla. Sabah 7 uçağı için, turumuzun bizi tembihlediği üzere saat 4 gibi havalimanındaydık ve bence havalimanına girmemizle başlayan ve yaklaşık 24 saat sürecek olan seyahatimiz o anda başladı. Madrid aktarmalı olarak Havana'ya uçacağımızdan başka hiç bir şey bilmeden, ilk defa bu kadar uzağa ve bu kadar hazırlıksız, araştırmasız hatta elimde bir gezi kitabı bile olmadan yola çıkmış bulundum.
Aktarma sırasında beklememiz bir yana, sadece uçak koltuğunda oturacağımız zamanı düşününce annem, İstanbul'dan bütün boardinglerimizi aldı, yani Madrid-Havana uçağında da oturacağımız Exit önündeki koridorlara kadar bütün koltuklarımızın rezervasyonunu yaptırdı. Önce İstanbul'dan Madrid'e 4 saatte uçtuk. Madrid havalimanındaki 6 saatlik beklemeden sonra, Havana uçağımızda yerimizi aldık. Bavullarımızı kaldırdık ve koltuklarımıza yerleştik sanki hiç kalkmayacakmışız gibi. İçimiz rahat ama daha da önemlisi babamla benim bacaklarımız rahat! Tam bu sırada, bizim hizamızdaki Exit kapısının açık olduğunu farkettik ve farkedilmeyecek gibi olmayan havayollarının teknik ekibini...
Bu farkındalığı takiben, bir süre izlemeye, dinlemeye, anlamaya çalıştık ne olup bittiğini. Anlamadığımız ispanyolca konuşmalara, çekiç sesleri karıştı önce, daha sonra bir adam pense ile sıkmaya çalıştı kapının herhangi bir vidasını. Babamın tamir çantasından hiçte farklı gözükmeyen bir çantadaki çok tanıdık başka aletlerle işini halletmeye çalıştı, umutsuzca. Umutsuzca diyorum, çünkü vücud dili her şeye bedeldi o anda. Ses tonu, hostese kaş göz ediş şekli ve yarım saat uğraştıktan sonra pek bişi becerememiş olmasına rağmen, kapıyı kapatması ve hiç inandırıcı olmamasına rağmen tamamdır demesi... Doğal olarak galeyana geldi uçağın yarısı. Sonra öğrendik ki, meğer perdenin diğer tarafındakilerin ruhu bile duymamış bütün bu olanları.
Konuşulanları anlayanların ikna olmaması bir yana, biz bile sorunun giderildiğine inanmadık. İspanyolcadan sonra, ingilizce bağırışlar başladı. 'Kendimizi güvende hissetmiyoruz..', '..bu uçaktan inmek istiyoruz..', '..yetkili kim bu uçakta?..', '..bu sorumluluğu kim alıyor?..' ve elbette ..'kaptan pilot buraya gelsin..' gibi bin türlü ses çıkmaya başladı yolculardan. Ama esas bomba, defalarca merak edilecek bir şey olmadığını söyleyen hosteslerin bizi yerimizden kaldırmak istemesi oldu. Göremediğimiz kaptan pilotumuzun da onayıyla, exit önündeki sıranın boşaltılmasına ve buraya şaka gibi ama gerçek!, 'Olay yeridir, girilmez.' anlamına gelen bir şerit çekilmesine karar verilmiş. İşte biz tam bu noktada endişelenmeye başladık. Bir sorun çıkması ihtimalinde bir facia yaşanması kaçınılmaz olan bu durumun bir şerit ile çözümlenmeye çalışılmasına hiç mi hiç anlam veremedik...
Sesler o kadar uzun süre dinmedi ki, sonunda gerçek bir açıklama yapılmasına karar verildi. Meğer problem uçağın kapısında değil, acil bir durumda çalışması gereken ve o kapıya bağlı olarak açılması gereken rampadaymış, yani suya ya da karaya inme durumunda açılması gereken şişme kaydırakta. Bu uçakta, normalde 8 kapı, yani 8 kaydırak varmış. Bizim uçağımızda ise, bu kaydıraklardan sadece biri çalışmıyormuş ama diğer yedisinde problem yokmuş... Tamamen rahatladık desem yalan olur ama inmek isteyenler ön kapıdan inebilir şeklinde rest çeken hostesler karşısında, hepimiz olan biteni kabullendik. Birde hosteslerden biri 'Bizim de çocuklarımız var, bir problem olsa önce biz binmeyiz bu uçağa...' şeklindeki bir çıkış yapınca, ..'bize yeni yerimizi gösterin..' dedik.
En başta sıkı sıkıya yerleşmiş olduğumuz koltuklarımızdan kalktık ve ağzına kadar dolu uçakta 3 kişilik koltuk aramaya başladık. Sonuç olarak, birbirinden alakasız 3 yerde tek koltuklara yerleştirildik. Bundan sonrası 10 saatlik zorlu bir maraton desem yalan söylemiş olmam. Buz gibi bir alman kadın ile neşe saçan kübalı bir adamın arasında sıkışıp kaldım. Adamın yol boyunca ısrarla bana şarap içirmeye çalışmasını, kendi uçak korkusundan dolayı sürekli içerken ona eşlik etmemi istemesine verdim. Ne film izleyebildim, ne doğru dürüst uyudum, ne de müzik dinledim. Yine de zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Sık sık koridorda yürüyüşe çıktım, iki büklüm bacaklarımı açmak ve iki kelime edebilmek adına annemle babamı ziyaret ettim. Küba'ya vardığımızda da, hem onlara uçaktaki kendi komşularımı anlattım, hem de onların ilginç komşuluk hikayelerini dinledim.
2 yorum:
O gün sana Küba'yı sormayı unutup, Tüh! demiştim...Şimdi de Heh! dedim...Yazmış dedim... :)
Başlığı da pek bir sevdim dedim...
.D
devamı en kısa zamanda gelicek diye umuyorum ama küba'yı yazacak gücü kendimde bir türlü bulamıyorum.. hayırlısı;)
Yorum Gönder