6 Aralık 2011 Salı

Londra Günlüğü-2

Günlerden pazartesi, havalardan kapalı ve yağmurlu bir gün...

Hafta başı gelip, işi olanlar iş başı yapınca, kaldık yalnız başımıza. 2 günün sonunda turist moduna girdik ve nehir boyunca yürümeye karar verdik. Hay's Galleria'nın yanından geçip tüm turistler gibi Tower Bridge'i ziyaret ettik. 1894 yılında kullanıma açılan ve hareketli bir köprü olan Tower Bridge, köprü proje yarışması sonucunda karar verilen bir mimari tasarıma sahip. Üstünden arabayla ya da yürüyerek geçmenin mümkün olduğu köprü, şehrin önemli simgelerinden biri haline gelmiş, kendisini her yerde görmek mümkün...



Köprüyü önce yürüyerek, dönüşte de otobüsle geçtikten sonra, ikinci durağımız olarak Tate Modern'i seçtik. Dışardan bakınca inşaat halinde bir bina karşıladı bizi. Tuğla duvarlı binanın kendisini görünce, ufak bir hayal kırıklığı olmadı desem yalan olur. Meğer binanın esas yapılış nedeni 'enerji istasyonu' olarak kullanılmasıymış... '81 yılında istasyon kapanmış ve 2000'de de Tate Modern kurulmuş. Girişin ücretsiz olduğu alan(keşke bizde de İstanbul Modern ve diğer galeriler ücretsiz olsa diye düşünmemek elde değil...), modern ve çağdaş sanat eserlerinin görülebileceği, eserler kadar iç atmosferinin de görülüp hissedilmesi gereken bir galeri. Gitmeden 'Sunflower Seeds' işi dolayısıyla adını duyduğum Çinli sanatçı Ai Weiwei'nin elle boyanmış 100 milyon adet porselen ay çekirdeğini gözlerimiz aradı içeri girince. Önceleri çekirdekler dokunmanın, hatta üstlerinde yuvarlanmanın mümkün olduğu bir şekilde sergilenirken, bugün nedense sayıları pek bir azalmış, etrafı iple çevrilmiş ve uzaktan bakılacak şekilde sergileniyor. İnsanlar üstünde yuvarlanırken, bir yandan da ceplerini çekirdeklerle mi doldurdu acaba diye insanı düşündürüyor...



Tate Modern sonrası, Vapiano'da hızlı ve geç bir yemek yiyip, London Eye'a binmeye karar verdik. Hiç fire vermeden, biletlerimizi aldık, sıraya girdik ve Londra'nın yukarıdan hem gündüz hem gece görünümünü yakaladık.



Akşam olunca Sıla ile buluşma saatimiz geldi de çattı:) Waterloo Köprüsü'nden geçip, önce Sıla'nın Covent Garden'daki yerine, Mind the Ad'in Londra ofisine uğradık. Genel olarak şehrin bu bölgesini çok sevdim, neden bilmiyorum Porta Ticinese'ye çıkan yola benzettim. Her köşe başında müzik yapanlara hayran, neleri enstrümana çevirdiklerine şaştım kaldım.



Günün son durağı, Damla ve Sıla'nın ortak beğenileri dolayısıyla Belgo Centraal oldu. Israrlara karşı koyamayan ben, tercihimi midye ve biradan kullandım ve kendilerine çok meraklı olmamama rağmen hiç pişman olmadım. Tamam kabul ediyorum, baya memnun kaldım:) 'Gözde, bence yeter yedin!' nidaları arasında tencerimin dibini gördüm. Patates kızartmalarına hasta oldum. Sanki ben buraya tekrar gelirim.


Hiç yorum yok: