27 Aralık 2011 Salı
Deneme bir ki
Sonunda Culinary Institude'un kapısından içeri girmiş bulunuyorum. Hep isteyip bir türlü cesaret edemediğim yemek denemelerine ucundan kenarından bulaştım, çok mutluyum. 2 aylık programı alnının akıyla bitiren Berra ve arkadaşları, arada sırada toplanmaya ve kendilerinin hazırlayacağı özel menüyü enstitüde öğrenmeye niyet etmişler. Haftalar öncesinden duyduğum bu programa dahil olabileceğimi öğrenince, bu fırsatı kaçırmamaya karar verdim ve 2011'de yapılacak listemdeki yemek dersi maddesine tik atmayı son dakikada başardım.
19:00-22:00 saatleri arasında oldukça yoğun bir programla mantarlı pizza, balkabaklı ravioli, ıspanak ve ricottalı gnocchi ve son olarak cream brulee yapmayı öğrendik. Yemek yapmak ne eğlenceli şeymiş meğer, bir de hamur açmayı başarsam... Sonra da oturduk bir güzel tüm yaptıklarımızı yedik bitirdik. Şimdi pratik zamanı!
15 Aralık 2011 Perşembe
Cookie Day
Kalori, kolestrol falan hakkında ne düşünmek ne konuşmak istiyorum. Ne zaman yengeme bir şey söyleyecek olsam, 'good for your bones' cevabını alıyorum:) Neyse ki çok yapıyor, pek az yiyorum görünüşte. Zaten yaparken yalayarak sıyırdığım kaşıklar ve kaseler yeter ya, neyse... Kurabiye gününe beni çağırdığında, okulda bir organizasyon var sanarak koştum yine evine. Saatlerce süren çalışmalarımız sonunda, yorgunluktan bayılmak üzere olduğumdan kurabiyeleri daha fazla çeşitlendirmemeye karar verdik. Tam pılımı pırtımı topluyordum ki, kurabiyeleri streçliyerek bana verdiğini farkettim. Meğer hepsi benim içinmiş, instagramdan en çok 'bu kurabiyeler kime?' sorusunu aldım. Tamam tamam kabul ediyorum bir kısmını bizzat ben yedim, bir kısmını dağıttım, diğerlerini dolaba attım. Bir daha ki sefere, pişirme işini bu kadar abartmasak iyi olacak gibi.
11 Aralık 2011 Pazar
Enrico ile Diletta İstanbul'da
Milano'dan Enrico geldi, Mehli ile bende bir bayram havası... Aradan 3 sene geçmiş, sanki dün berabermişiz gibi. Enrico'nun kız arkadaşı Diletta, doğum günü hediyesi olarak Enrico'ya İstanbul seyahati ayarlamış. Atlamış gelmişler Roma aktarmalı İstanbul'a 4 günlüğüne. Tatil sürpriz olunca, biz de son dakika da haberdar olduk ama mümkün olduğunca görüşmeye, yedirip içirmeye ve gezdirmeye çalıştık sınıf arkadaşımızı. Uzun zamandır yabancı misafir ağırlamamışım, resmen formdan düşmüşüm. Nereye gitsek ne göstersek derken, turumuzun yine yemek ağırlıklı oluverdi... Galata kule dibinde buluşup, dükkanda ağırladık önce. Enrico vejetaryen olduğunu söyleyince biraz tıkandık ama Kiva Han ile başlayan yemek turumuzu, ilk gün Saray tatlılarıyla noktaladık. İlk günden beraber hamam programına giriştik, Emirgan'da kahvaltıyı da eksik etmedik.
İki haftadır Sütiş'e gidiyor olmamız bir tesadüf değil elbet... Enrico ve Dilette'ya menü de ne var ne yok göstericez diye, yumurta çeşitlerinden pastırma ve sucuğa, bal-kaymaktan çeşit çeşit peynire ne varsa sipariş ettik. İtalya'nın kruvasan-kahve kahvaltısına karşı bizim zengin kahvaltımızı tanıtalım derken, o öğün net kilo aldım. Yemeğe fazla kaptırınca, hamama şahsen geç kaldım ve üzülerek ayrıldım gruptan. Enrico'ya Ali Usta'nın yerini tarif ettim ve akşam buluştuğumda Enrico'nun yeni kamerasına hayran kaldım. Enrico bir daha İstanbul'a geldiğinde balık tutmaya çıkmak için sözleşmelerine ise hiç şaşırmadım:)
Vejetaryan bir insanı 'Canım Ciğerim'e de götürdükten sonra, son bir tatlı zirvesi yapalım dedik. Baklava ve tulumba yemekten kendini şaşırmış çiftle önce J'adore'a, uzun bir bekleyişten sonra da İnci'ye gittik. Önünden her geçtiğimde kapalı gördüğüm için, açık olduğunu görünce direk içeri daldım. Mekandan, çalışanlara, profiterolden pastalarına her şey mi nostaljik olur bir mekanda? Bayıldım. Enrico ile Diletta da bayıldılar. Tatlı yedik, tatlı sonlandırdık geceyi, tatillerini. Pek yakında geri geleceklerinden ise adım gibi eminim.
İki haftadır Sütiş'e gidiyor olmamız bir tesadüf değil elbet... Enrico ve Dilette'ya menü de ne var ne yok göstericez diye, yumurta çeşitlerinden pastırma ve sucuğa, bal-kaymaktan çeşit çeşit peynire ne varsa sipariş ettik. İtalya'nın kruvasan-kahve kahvaltısına karşı bizim zengin kahvaltımızı tanıtalım derken, o öğün net kilo aldım. Yemeğe fazla kaptırınca, hamama şahsen geç kaldım ve üzülerek ayrıldım gruptan. Enrico'ya Ali Usta'nın yerini tarif ettim ve akşam buluştuğumda Enrico'nun yeni kamerasına hayran kaldım. Enrico bir daha İstanbul'a geldiğinde balık tutmaya çıkmak için sözleşmelerine ise hiç şaşırmadım:)
Vejetaryan bir insanı 'Canım Ciğerim'e de götürdükten sonra, son bir tatlı zirvesi yapalım dedik. Baklava ve tulumba yemekten kendini şaşırmış çiftle önce J'adore'a, uzun bir bekleyişten sonra da İnci'ye gittik. Önünden her geçtiğimde kapalı gördüğüm için, açık olduğunu görünce direk içeri daldım. Mekandan, çalışanlara, profiterolden pastalarına her şey mi nostaljik olur bir mekanda? Bayıldım. Enrico ile Diletta da bayıldılar. Tatlı yedik, tatlı sonlandırdık geceyi, tatillerini. Pek yakında geri geleceklerinden ise adım gibi eminim.
6 Aralık 2011 Salı
Londra Günlüğü-5
Koşuşturmaya da, Londra'ya da doyduk sanırım. Hala yapacak çok şey var ama galiba ben bittim. Son olarak insanların siparişlerini toplamaya, yeni bir yerler keşfetmek yerine, aklımızda kalan bir kaç yere uğramaya karar verdik bugün. Regents Park civarından Melo'nun mimari kitabını alıp, sokaklarda salına salına dolaştık, 1830'dan beri sadece ve sadece şemsiye satan bir dükkanın yanından geçtik.
British Museum'a da gittik ama pek bir şey anlamadık yorgunluktan. Günlerce gezsen bitmeyecek müzede, itiraf ediyorum daha çok insanları, daha dogrusu isanlarin sanatla olan ilişkisini hayranlıkla izledim.
Müze sonra bir şeyler atıştırıp, güzeller güzeli Covent Garden Market'a gittik. Kırmızı yılbaşı ağacı süslerine bayıldığımı ve aralık aynı boyunca kulağımda onlarla gezdiğimi eklersem, market alanını neden o kadar çok sevdiğim anlaşılabilir sanırım.
Günün ve seyahatin son durağı, London Transport Museum, Londra'nın ulaşım tarihine ayna tutan, çok renkli ve enteresan bir müze. Ulaşım araçları kadar, harita, tabela, logo gibi tüm ulaşım görsellerinin de görülebileceği kocaman ve kapsamlı bir sergi. Grafik tasarım alanında her zaman çok beğendiğim bu şehre veda etmeden önce, eski bilet ve poster koleksiyonları arasında gezindik. Geç olsun güç olmasın, umarım bizim de ulaşım hatlarımız günün birinde gelişir, belki torunlarımızın torunları trafik sorunu çözülmüs Istanbul'u görür.
Londra Günlüğü-4
Günlerden çarşamba, kendi başına takılma günü...
Akşam The Lion King müzikali için buluşmak üzere sözleşip, Mehlilerle yollarımızı ayırdık bugün. Portobello civarına doyamadığımdan, fotoğraf çekmek üzere geri döndüm Notting Hill'e. Eskiyi ve eskicileri seviyorum, sanırım biraz antika bir insanım:) Spesifik olarak bir şeyler satan bütün dükkanlara, restoranlara da hayranım. İçlerine girip uzun saatler boyunca gezebilen, sıkılmayı aklının ucundan geçirmeyen bir insan olarak günün nasıl geçtiğini anlamadım. Renk, eşya ve duygu cümbüşüne hayran, gezdim durdum. Sokak müzisyenlerine hasta oldum, fotoğraf yetmedi, bol bol videolarını çektim.
Portobello sonrası, Camden Town'u da görelim dedik Görkem ile. Arada gruptan ayrılıp arkadaşları ile bu çevrede buluştuğundan, kendisini bilir kişi ilan ettim.
Şehrin en marjinal bölümlerinden biri olan bölgede beni esas şaşırtan insanların kostüm görünümlü günlük kıyafetleri ya da sahne makyajını andıran makyajları değil, dükkanlardan dışarı sızan Serdar Ortaç ve bilimum türkçe müzik ezgileri oldu... Pes dedik devam ettik, Horse Tunnel Market'i baya beğendik.
Son olarak, Camden'a gidip 'must see' bir dükkan söleyeyim. Cyberdog hem gözünüze hem de kulağınıza hitap ettiğinden fotoğraf kurtarmaz diyebilirim. Zaten içeride fotoğraf çekmek yasak, daha görmemiş olanlar için ancak bunu sunabiliyorum.
Akşam 19:30'da The Lyceum'da Lion King müzikalini izlemek üzere ekibin geri kalanı ile buluştuk. En arka sıradan bilet bulduğumuz şov gerçekten çok başarılıydı! 1 pounda aldığımız dürbünümüzle görmeyi başardığımız kostüm ve makyajlara bayıldım. Bir sürü müzikal arasından iyi bir seçim oldu, henüz görmeyenlere mutlaka tavsiye ederim. O zürafalar, geyik ve ormandaki tüm hayvanlar sahnede izlenmeli ve insanların hayvanlara başarılı dönüşümü görülmeli.
Akşam The Lion King müzikali için buluşmak üzere sözleşip, Mehlilerle yollarımızı ayırdık bugün. Portobello civarına doyamadığımdan, fotoğraf çekmek üzere geri döndüm Notting Hill'e. Eskiyi ve eskicileri seviyorum, sanırım biraz antika bir insanım:) Spesifik olarak bir şeyler satan bütün dükkanlara, restoranlara da hayranım. İçlerine girip uzun saatler boyunca gezebilen, sıkılmayı aklının ucundan geçirmeyen bir insan olarak günün nasıl geçtiğini anlamadım. Renk, eşya ve duygu cümbüşüne hayran, gezdim durdum. Sokak müzisyenlerine hasta oldum, fotoğraf yetmedi, bol bol videolarını çektim.
Portobello sonrası, Camden Town'u da görelim dedik Görkem ile. Arada gruptan ayrılıp arkadaşları ile bu çevrede buluştuğundan, kendisini bilir kişi ilan ettim.
Şehrin en marjinal bölümlerinden biri olan bölgede beni esas şaşırtan insanların kostüm görünümlü günlük kıyafetleri ya da sahne makyajını andıran makyajları değil, dükkanlardan dışarı sızan Serdar Ortaç ve bilimum türkçe müzik ezgileri oldu... Pes dedik devam ettik, Horse Tunnel Market'i baya beğendik.
Son olarak, Camden'a gidip 'must see' bir dükkan söleyeyim. Cyberdog hem gözünüze hem de kulağınıza hitap ettiğinden fotoğraf kurtarmaz diyebilirim. Zaten içeride fotoğraf çekmek yasak, daha görmemiş olanlar için ancak bunu sunabiliyorum.
Akşam 19:30'da The Lyceum'da Lion King müzikalini izlemek üzere ekibin geri kalanı ile buluştuk. En arka sıradan bilet bulduğumuz şov gerçekten çok başarılıydı! 1 pounda aldığımız dürbünümüzle görmeyi başardığımız kostüm ve makyajlara bayıldım. Bir sürü müzikal arasından iyi bir seçim oldu, henüz görmeyenlere mutlaka tavsiye ederim. O zürafalar, geyik ve ormandaki tüm hayvanlar sahnede izlenmeli ve insanların hayvanlara başarılı dönüşümü görülmeli.
Londra Günlüğü-3
Son günler yaklaşınca bir telaş bastı bizi. Londra kocaman bir şehir aynı İstanbul gibi. Görülecek bir sürü müze, ziyaret edilecek bir sürü enteresan mahalle, bir şey almasan bile girilip çıkılması gereken bir sürü tasarım dükkanı, içinden yürünmesi gereken parklar, yenmesi gereken yemekler gibi yapılacak çok ama çok şey var. Daha öncekini saymazsak ve bu seyahatin ilk ziyaretim olduğunu düşünürsek, etrafta 'ucundan görmeden dönmem' dedirtecek bir sürü şey var. Dolayısıyla son günlerimizi özetlemek için,'uykusuz ve dinlenmesiz, az metro ve çok yürüyüş! diyebilirim. Ne kadar öfleyip pöflesem de, işte ben bunu seviyorum sanırım:) İstanbul'a gidince dinlerim diye düşünüyorum. Tatil, insan kendini daha fazlasını alabilmek için zorladığında güzel.
Günlerden salı, hava çok ama çok soğuk ve kapalı...
Sürekli yağmasını beklediğim yağmur yağmayınca, bir hafta boyunca boşu boşuna yanımda şemsiye taşımanın dışında hiç bir şey rahatsız etmedi beni. Sıkı sıkı gidinip, bol bol yürünce de insan üşümüyor zaten. South Kensington'a metro ile geçip, yılbaşı vitrinlerine, insanların yaptığı birbirinden güzel süslemelere baka baka Knightsbridge'e geçtik salı sabahı.
Minimal ve şık kitapçılar, buz pateni sahası, Victoria ve Albert Müzesi yolumuzun üstündeydi.
Seyahatin başından beri 'sonbahar yaprakları istiyorum' diye arkadaşlarının başının etini yiyen bir insan olarak, Hyde Park fazlasıyla tatmin etti beni.
Nasıl bir güzellik anlatmak mümkün değil bence. Gidip görmek, o yaprakların üstünde hışır hışır yürümek lazım. Bisiklet kiralayıp mümkün olduğunca parkı görmeye çalıştık ama ne mümkün. Kendimi fotoğraf çekmekten alamadığımdan, Mehli, Görkem ve Sabiş helak oldu beni sürekli olarak beklemekten:) Sonuç olarak bayıldım Hyde Park'a. Anlattıkları kadar varmış... Londra'da yaşasam sürekli olarak uğrardım, aynı Milano'da yaşarken Giardini Pubblici'yi sürekli ziyaret ettiğim gibi.
Londra'ya kadar geldik, Buckingham Sarayı'nı görmeden olmaz diye, erkekleri fire verip, çekirdek kızlar kadrosu olarak oraya da yetiştik Hype Park sonrası. Pek bir beklentimiz yoktu ama 'No Guard Changing Ceremony Today' yazısını da gördük rahatladık.
Başka ne yaptık diye düşünüyorum ama işin içinden çıkamıyorum, seyahatten haftalar sonra. Fish& Chips yedik ama yerini tutturamadık sanırım, tam bir hayal kırıklığı... Londra'nın en eski telefon kulübesini de gördük, şimdi farkediyorum baya turiste bağladığımı:)
Hatırlamaya değer bir ayrıntı olarak, akşam Nazlı ve Sıla ile buluştuk. Sketch diye bir mekana gittik, içkilerimizin tadını çıkardık. Müzik güzel, mekan ondan güzel. Biz bar kısmında oturduk ama hoş bir restoran kısmı da mevcut. Her yere giderken yapılması gerektiği gibi rezervasyon şart. Tuvalet kısmı ise, 'must see!' listesinde:)
Günlerden salı, hava çok ama çok soğuk ve kapalı...
Sürekli yağmasını beklediğim yağmur yağmayınca, bir hafta boyunca boşu boşuna yanımda şemsiye taşımanın dışında hiç bir şey rahatsız etmedi beni. Sıkı sıkı gidinip, bol bol yürünce de insan üşümüyor zaten. South Kensington'a metro ile geçip, yılbaşı vitrinlerine, insanların yaptığı birbirinden güzel süslemelere baka baka Knightsbridge'e geçtik salı sabahı.
Minimal ve şık kitapçılar, buz pateni sahası, Victoria ve Albert Müzesi yolumuzun üstündeydi.
Seyahatin başından beri 'sonbahar yaprakları istiyorum' diye arkadaşlarının başının etini yiyen bir insan olarak, Hyde Park fazlasıyla tatmin etti beni.
Nasıl bir güzellik anlatmak mümkün değil bence. Gidip görmek, o yaprakların üstünde hışır hışır yürümek lazım. Bisiklet kiralayıp mümkün olduğunca parkı görmeye çalıştık ama ne mümkün. Kendimi fotoğraf çekmekten alamadığımdan, Mehli, Görkem ve Sabiş helak oldu beni sürekli olarak beklemekten:) Sonuç olarak bayıldım Hyde Park'a. Anlattıkları kadar varmış... Londra'da yaşasam sürekli olarak uğrardım, aynı Milano'da yaşarken Giardini Pubblici'yi sürekli ziyaret ettiğim gibi.
Londra'ya kadar geldik, Buckingham Sarayı'nı görmeden olmaz diye, erkekleri fire verip, çekirdek kızlar kadrosu olarak oraya da yetiştik Hype Park sonrası. Pek bir beklentimiz yoktu ama 'No Guard Changing Ceremony Today' yazısını da gördük rahatladık.
Başka ne yaptık diye düşünüyorum ama işin içinden çıkamıyorum, seyahatten haftalar sonra. Fish& Chips yedik ama yerini tutturamadık sanırım, tam bir hayal kırıklığı... Londra'nın en eski telefon kulübesini de gördük, şimdi farkediyorum baya turiste bağladığımı:)
Hatırlamaya değer bir ayrıntı olarak, akşam Nazlı ve Sıla ile buluştuk. Sketch diye bir mekana gittik, içkilerimizin tadını çıkardık. Müzik güzel, mekan ondan güzel. Biz bar kısmında oturduk ama hoş bir restoran kısmı da mevcut. Her yere giderken yapılması gerektiği gibi rezervasyon şart. Tuvalet kısmı ise, 'must see!' listesinde:)
Londra Günlüğü-2
Günlerden pazartesi, havalardan kapalı ve yağmurlu bir gün...
Hafta başı gelip, işi olanlar iş başı yapınca, kaldık yalnız başımıza. 2 günün sonunda turist moduna girdik ve nehir boyunca yürümeye karar verdik. Hay's Galleria'nın yanından geçip tüm turistler gibi Tower Bridge'i ziyaret ettik. 1894 yılında kullanıma açılan ve hareketli bir köprü olan Tower Bridge, köprü proje yarışması sonucunda karar verilen bir mimari tasarıma sahip. Üstünden arabayla ya da yürüyerek geçmenin mümkün olduğu köprü, şehrin önemli simgelerinden biri haline gelmiş, kendisini her yerde görmek mümkün...
Köprüyü önce yürüyerek, dönüşte de otobüsle geçtikten sonra, ikinci durağımız olarak Tate Modern'i seçtik. Dışardan bakınca inşaat halinde bir bina karşıladı bizi. Tuğla duvarlı binanın kendisini görünce, ufak bir hayal kırıklığı olmadı desem yalan olur. Meğer binanın esas yapılış nedeni 'enerji istasyonu' olarak kullanılmasıymış... '81 yılında istasyon kapanmış ve 2000'de de Tate Modern kurulmuş. Girişin ücretsiz olduğu alan(keşke bizde de İstanbul Modern ve diğer galeriler ücretsiz olsa diye düşünmemek elde değil...), modern ve çağdaş sanat eserlerinin görülebileceği, eserler kadar iç atmosferinin de görülüp hissedilmesi gereken bir galeri. Gitmeden 'Sunflower Seeds' işi dolayısıyla adını duyduğum Çinli sanatçı Ai Weiwei'nin elle boyanmış 100 milyon adet porselen ay çekirdeğini gözlerimiz aradı içeri girince. Önceleri çekirdekler dokunmanın, hatta üstlerinde yuvarlanmanın mümkün olduğu bir şekilde sergilenirken, bugün nedense sayıları pek bir azalmış, etrafı iple çevrilmiş ve uzaktan bakılacak şekilde sergileniyor. İnsanlar üstünde yuvarlanırken, bir yandan da ceplerini çekirdeklerle mi doldurdu acaba diye insanı düşündürüyor...
Tate Modern sonrası, Vapiano'da hızlı ve geç bir yemek yiyip, London Eye'a binmeye karar verdik. Hiç fire vermeden, biletlerimizi aldık, sıraya girdik ve Londra'nın yukarıdan hem gündüz hem gece görünümünü yakaladık.
Akşam olunca Sıla ile buluşma saatimiz geldi de çattı:) Waterloo Köprüsü'nden geçip, önce Sıla'nın Covent Garden'daki yerine, Mind the Ad'in Londra ofisine uğradık. Genel olarak şehrin bu bölgesini çok sevdim, neden bilmiyorum Porta Ticinese'ye çıkan yola benzettim. Her köşe başında müzik yapanlara hayran, neleri enstrümana çevirdiklerine şaştım kaldım.
Günün son durağı, Damla ve Sıla'nın ortak beğenileri dolayısıyla Belgo Centraal oldu. Israrlara karşı koyamayan ben, tercihimi midye ve biradan kullandım ve kendilerine çok meraklı olmamama rağmen hiç pişman olmadım. Tamam kabul ediyorum, baya memnun kaldım:) 'Gözde, bence yeter yedin!' nidaları arasında tencerimin dibini gördüm. Patates kızartmalarına hasta oldum. Sanki ben buraya tekrar gelirim.
Hafta başı gelip, işi olanlar iş başı yapınca, kaldık yalnız başımıza. 2 günün sonunda turist moduna girdik ve nehir boyunca yürümeye karar verdik. Hay's Galleria'nın yanından geçip tüm turistler gibi Tower Bridge'i ziyaret ettik. 1894 yılında kullanıma açılan ve hareketli bir köprü olan Tower Bridge, köprü proje yarışması sonucunda karar verilen bir mimari tasarıma sahip. Üstünden arabayla ya da yürüyerek geçmenin mümkün olduğu köprü, şehrin önemli simgelerinden biri haline gelmiş, kendisini her yerde görmek mümkün...
Köprüyü önce yürüyerek, dönüşte de otobüsle geçtikten sonra, ikinci durağımız olarak Tate Modern'i seçtik. Dışardan bakınca inşaat halinde bir bina karşıladı bizi. Tuğla duvarlı binanın kendisini görünce, ufak bir hayal kırıklığı olmadı desem yalan olur. Meğer binanın esas yapılış nedeni 'enerji istasyonu' olarak kullanılmasıymış... '81 yılında istasyon kapanmış ve 2000'de de Tate Modern kurulmuş. Girişin ücretsiz olduğu alan(keşke bizde de İstanbul Modern ve diğer galeriler ücretsiz olsa diye düşünmemek elde değil...), modern ve çağdaş sanat eserlerinin görülebileceği, eserler kadar iç atmosferinin de görülüp hissedilmesi gereken bir galeri. Gitmeden 'Sunflower Seeds' işi dolayısıyla adını duyduğum Çinli sanatçı Ai Weiwei'nin elle boyanmış 100 milyon adet porselen ay çekirdeğini gözlerimiz aradı içeri girince. Önceleri çekirdekler dokunmanın, hatta üstlerinde yuvarlanmanın mümkün olduğu bir şekilde sergilenirken, bugün nedense sayıları pek bir azalmış, etrafı iple çevrilmiş ve uzaktan bakılacak şekilde sergileniyor. İnsanlar üstünde yuvarlanırken, bir yandan da ceplerini çekirdeklerle mi doldurdu acaba diye insanı düşündürüyor...
Tate Modern sonrası, Vapiano'da hızlı ve geç bir yemek yiyip, London Eye'a binmeye karar verdik. Hiç fire vermeden, biletlerimizi aldık, sıraya girdik ve Londra'nın yukarıdan hem gündüz hem gece görünümünü yakaladık.
Akşam olunca Sıla ile buluşma saatimiz geldi de çattı:) Waterloo Köprüsü'nden geçip, önce Sıla'nın Covent Garden'daki yerine, Mind the Ad'in Londra ofisine uğradık. Genel olarak şehrin bu bölgesini çok sevdim, neden bilmiyorum Porta Ticinese'ye çıkan yola benzettim. Her köşe başında müzik yapanlara hayran, neleri enstrümana çevirdiklerine şaştım kaldım.
Günün son durağı, Damla ve Sıla'nın ortak beğenileri dolayısıyla Belgo Centraal oldu. Israrlara karşı koyamayan ben, tercihimi midye ve biradan kullandım ve kendilerine çok meraklı olmamama rağmen hiç pişman olmadım. Tamam kabul ediyorum, baya memnun kaldım:) 'Gözde, bence yeter yedin!' nidaları arasında tencerimin dibini gördüm. Patates kızartmalarına hasta oldum. Sanki ben buraya tekrar gelirim.
Londra Günlüğü -1
Yıllar önce Londra'ya yapmış olduğum günübirlik yolculuğu saymazsak, ilk Londra seyahatim. Farklı olacağını hissettiğim bir yolculuğa çıkmanın tatlı heyecanının yanı sıra, bir meraksızlık, bir koyvermişlik yok değildi içimde... Ne bir araştırma, ne bir soruşturma kendimi bıraktım bizim Sıla'nın ellerine. 5 gün boyunca oldukça sıkı gezdik diye düşünüyorum geriye bakınca, keşif turu için oldukça kapsamlı bir tur oldu. Ben ne kadar araştırsaydım da, bu kadar güzel Londra'yı gezemezdik.
Günlerden cumartesi...
Öğlen uçağı ile kimsenin neden oraya uçtuğumuza akıl sır erdiremediği Luton'a uçtuk. Malum uygun bilet bulalım diye, erkenden bilet alırken Londra'ya olsun da, nereye olursa olsun gibi bir kafada hareket etmiş olucaz diye tahmin ediyorum. Neyse ki Luton beklediğimiz kadar korkunç çıkmadı, yollarda helak olmamız gerekmedi. Yarım saatlik bir tren yolculuğu ile St Pancras istasyonuna bağlandık ve devamında kendimizi Sıla'nın muhteşem yönlendirmelerine bıraktık. Romantik Hareket'in Alice'sine de ev sahipliği yapan Earl's Court civarındaki otelimize yerleştik. Tüm seyahat boyunca yemek seçimlerimize hakim olacak burger/sandviç menülerinin ilk geceden esiri olduk seve seve. Merkezde biraz dolandık ve cuppa yatak.
Günlerden pazar, havalardan parçalı güneşli bir gökyüzü...
Turistik bütün yerleri liste dışı bırakarak nerede pazar, nerede sanatçılar onların peşine düştük. Notting Hill'de kahvaltı edip, Portobello Antika Pazarı'ndan geçtik. İkinci el bizim buralarda pek rabet görmediğinden, böyle bir manzaraya pek alışkın olmamakla beraber nostaljiyi sevmemden dolayı olacak bayıldım sokağa, rengarenk dükkan ve tezgahlara. Eski kameralardan sonra, eski stüdyo fotoğrafları ile de karşılaşınca, zamanında Notting Hill ve civarında bulunan stüdyoların örneklerinden almadan duramadım. İlk günden Londra'ya bayıldım!
Grubumuz ağırlıklı olarak tasarımcı olunca, Notting Hill'e gelmişken 'Museum of Brands, Packaging& Advertising' kaçınılmazdı. Arada derede kalmış müzeye girdiğimizde, 'bizden nasıl haberdar oldunuz?' diye şaşkınlıkla soran çalışan bana bizim dükkandaki halimizi hatırlattı. Viktorya döneminden başlayıp, 1910lar, 20ler, 30lar gibi dönemsel olarak günümüze kadar gelmiş paket, poster, reklam, hatta oyuncak ve oyunlar gibi oldukça kapsamlı, kendine hayran bırakan zamanın grafik tasarımları ile eğlenceli bir turdu. Yıllar geçse de değişmeyen güçlü kurumsallar, yakından tanıdığımız markaların tarihçesi iyiydi hoştu.
Notting Hill'den ayrılmadan önce son durağımız Melt oldu. Çikolataları güzel, paketleri ondan güzel, pek sempatik bir dükkan kendisi. Biz de minimal ve rengarenk çikolatalarımızla ayrıldık dükkandan. Bazılarımızın kardeşleri çikolatalarını ablalarıyla paylaşmayı unutarak tüm çikolatayı mideye indirdiğinden, bendeniz havayı aldım. Allahtan daha sonra denemek için 'hot chocolate block'umu çantama atmıştım.
Mehli'nin bizi bu seyahate ikna için kullandığı Fotoğraf Sanatçısı Seamus Ryan bir sonraki durağımızdı. Notting Hill'den Benthal Green'e muhteşem Londra metrosuyla aktık. Columbia Road üstünde bizi bir fotoğraf stüdyosundan çok daha fazlası karşıladı. Pazar günleri kurulan çiçek pazarı acayip kalabalık ve güzeldi.
Sokak köşelerinde müzisyenler, küçüklü büyüklü kafeler, olmazsa olmaz tasarım dükkanları, hiç beklemediğin sokak aralarında koca koca park alanları.
Seamus Ryan aslında reklam ve editoryal fotoğrafçısı. Sunday Shoots kendisinin 2006'dan beri yürüttüğü bir proje. Her hafta değişik bir konsept yaratarak halka açık çekimler gerçekleştiriyor ve çok hoş bir hatıra yaratıyor hem İngilizler hem de bizim gibi ziyaretçiler için. Biz de eksik kalmadık sondan bir önceki çekime adımızı yazdırdık, Seamus ile tanışma şerefine de eriştik, onu beklerken yine kendisinin tasarladığı Vintage Photobooth'unu da denedik.
Bu haftanın konsepti 'Woods'muş. Ağaç kütükleri arasında pozumuzu verdik ve çarşamba günü kendi web sitesinde fotoğraflarımızı görmek üzere ayrıldık.
Woods
Çiçek pazarnın içinden geçip, Shoreditch High Street üstündeki Pizza East'e vardığımızda, açlıktan bayılmak üzereydik. Geniş bir alana yayılmış olmasına rağmen, oldukça sıcak bir atmosfer hakimdi Pizza East'e. Acayip beğendim pizzalarını. Bir de mekanda ilk defa wireless bulmuş olmanın verdiği heyecanla tüm masa kendi yemekle internet arasında kaybetti.
Yemek üstü biraz dükkanlara bakıp, Liverpool Station civarında ilk biramızı da içtikten sonra gezmelere doyamadığımızdan Nazlı ile buluşmak için Marylebone'ye geçtik.
Waffle ve çay keyfi, erkenden kapanmış dükkan vitrinleri seyri, bir yunan restoranında caciki ve diğer atıştırmalıklar derken ne kadar yorgun düştüğümüzü anlatamam.
Şimdi yazarken yoruldum, o gün gezerken durumumuz neydi bilemiyorum. Oxford Circus metro durağına kadar yürürken bile hala fotoğraf çekiyordum. Şemsiye şeklindeki ışıklar o kadar güzeldi ki, İstiklal'de de keşke daha yaratıcı ışıklandırmalar yapılsa diye düşündüm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)