29 Ekim 2010 Cuma

Bayram

Kutlamaları eski İstanbul'un nirengi noktalarından birinde izleme şansını kendi elimizle teptik, Galata'da bulunan Cumhuriyet Bayramı süslemeleri ile keyiflendik.

Serdar-ı Ekrem'de bir apartman kapısı.

24 Ekim 2010 Pazar

Kuzguncuk Çınaraltı

Pazar kahvaltısı için Çınaraltı'na gidelim dedim, Çengelköy'de olana. Lise yıllarından beri gittiğim, daha önce gitmemiş olanları götürmeyi görev bildiğim, dışardan içecek getirmenin yasak, börek getirmenin yasak olmadığı çay bahçesine. Görkem'e söyleyince hemen kabul etti, ama onun bahsettiği Çınaraltı ile benim bahsettiğimin aynı yer olmadığını anlamamız zaman aldı. Kuzguncuk'a gittik. Onun lise yıllarından beri gittiğine...



Kuzguncuk trafik ışıklarının hemen arkasındaki sahili ve olmayan bahçeyi görünce biraz şaşırdım çünkü mekan bir kaç banktan ibaretti. Meğer banklara da servis yapıyorlarmış ama hava serin olunca biz içeri tercih ettik. Sahanda gelen menemeni ve sucuklu yumurtası meşhurmuş, hepsinden söyledik. Portakal suyu, çay, peynirli kahvaltı tabağı, çıtır çıtır ekmek gelince sofrada yer kalmadı ama masada tekrardan yer açılması uzun zaman almadı. Bir süredir sabahları müsli yediğimden kahvaltı biraz ağır gelmiş olacak ama değişiklik iyi geldi. Ha bir de, kahvaltıyı Grkm ısmarlayacaktı ama parası çıkmadı. Her ne kadar bana abla demesi yasak olsa da, arada abla olduğumu hissettirmeyi seviyor sanırım. Gerçi benim de hoşuma gidiyor.

Gelecek sefer, benim Çınaraltı'ma gidilecek.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Cuba+Groove

Mlk doğumgünü için Cuba'ya rezervasyon yaptırmış. İnsanlar kendilerini latin ezgilerine kaptırıp çılgınlarca dansetmeye başlamadan önce, meğer mekanda sakin kafayla oturup aydınlık bir ortamda yemek yemek mümkünmüş. 10.45 itibariyle masalar kaldırılınca da, ortam tamamen değişip esas bildiğimiz yüzünü gösterebiliyormuş.


Gecenin ilerleyen saatlerinde eğlenceli olduğu kadar yorucu bir mekan halini aldı Cuba benim için. Mükemmel konumumuza rağmen, 1'e doğru adam başına düşen m2'nin azalması ile kendimizi dışarı atmaya karar verdik. İçeri girmenin bu saatlerde zor olduğunu biliyordum ama meğer dışarı çıkmakta en az içeri girmek kadar zormuş...


Temiz hava, taksilerin her an ayaklarımızın üstünde geçme ihtimali ve grubun geri kalanı ile tekrar karşılaşma çabası bizi kendimize getirdi. Kolumdaki bilgisayara rağmen, kendimi baya iyi hissetmiş olucam, eve gitmekten vazgeçip tekrardan Asmalının kalabalığında kaybolmayı göze aldım. Mlh bize Groove'da mükemmel bir masa bulunca oturduk. Bir kadeh eşliğinde ve mendil, gül, popcorn, prenses tacı! satanların ısrarları arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Signalization 101'den sınıfta kaldım. Sabah 4.30'da eve dönmeyi yadırgamadım.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Doğa Kültür Merkezi

Pazartesi kaçamağım, Otağtepe Tema-Koç Doğa Kültür Merkezi.


Kavacık'ın keşmekeşinden bir kaç dakika uzaklıkta, yemyeşil bir alan. Görüntü kirliliği yaratan 1000lerce binadan yüksekte, insana kendini el üstünde hissettiren, hiç tahmin edilemeyecek bir boğaz manzarası ile insanı büyüleyen bir park. Kafa boşaltmaya, hayallere dalmaya, içindeyken göremediklerime birde dışardan bakmaya karar verdiğimde gideceğim yegane mekan!


Ye Dua Et Sev


Kitabı okuyalı 1.5 seneden fazla olmuş. O zaman Milano'daydım. Aylardan Nisan'dı ve ben bisikletimle Giardini Pubblici yollarındaydım. Gilbert'in yaşamından ve verdiği radikal kararlardan çok etkilenmiştim, çekip gitme, dünyayı gezme ve kendimi arayıp bulma isteğime benzetmiştim. Filminin geleceğini duyunca da heyecanlamış, hayal ettiklerimi perdede izleyecek olmak beni meraklandırmıştı...

Şimdi İstanbul'dayım. Aylardan Ekim ve ben her zaman 4. Levent'e araba ile geçip, Şişhane'ye metro ile devam eden, salı- pazar 10.00-19.00 saatlerinde çalışan, bisikleti bırak neredeyse hiç yeşil, (sonbahar dolayısıyla) turuncu görmeyen, kendini kapana sıkışmış gibi hisseden, aynı şeyleri tekrar edenim. Kendime kızgınım.

Bütün bunların etkisi olmuş olabilir mi bilmiyorum ama filmi beğenmedim. Sanırım ben değiştim. Film mi kitabı andırmadı, ben mi eski ben değilim? 2 sene önce kurduğum hayaller nerde, ben nerdeyim?

17 Ekim 2010 Pazar

Mikanos

Gemi ile son durağımız, çılgın eğlencelerin adası olarak anılan Mikanos. Haftalar sonra bu adayı anlatmaya kalkacak olursam, aklıma gelen ilk kelime ise beyaz!

Sabahtan akşama adayı baştan sona gezmek, yüzmek, yemek için grup olarak planlar yapılmıştı bile sabahın erken saatlerinde. Hatta arabamız haftalar öncesinden ayarlanmıştı. Kucaktan kucağa gezen Kosmos ile tanışmamız da, 'Kosmos - Rent a Car'da yaşandı.


Arabaları kiraladıktan sonra, ver elini ada turu, bol rüzgarlı plajlar, küçük yerleşimler, dağ taş, değirmenler falan.


Fazla yürümeye sıcak bakmayan grubumuzun 2. destinasyonu ise yine bir sahil. Tatlı mı tatlı bir deniz, saatin erkenliğinin sağladığı boş bir plaj ve çifti 12 eurodan 2 şezlong, üstelik şemsiyesi de hediye... Biraz ısınalım da öyle denize gireriz deyince, hepimizin içi geçmiş. Uyanmak için denize girince de hepimizin iştahı açıldı tahmin edileceği üzere. Yunan salatası, cacıki ve çıtır patatesleri takiben, deniz mahsüllü spagetti yiyince de bi ağırlık çöktü doğal olarak. Özetlemek gerekirse, uyku- deniz- yemek- uyku- deniz ... demek yanlış olmaz bu sabaha. İşte benim yeni tatil anlayışım! Santorini fotoğraflarını kaybettiğimden beri canım fotoğraf çekmiyor.



Fazlasıyla güneşten nasibimizi alınca, şip şak üstümüzü değiştirdik ve günün geri kalanını Mikanos merkezde geçirmeye karar verdik. Bahsettiğim beyaz ile burda tanıştım. Bodrum mimarisini her ne kadar çağrıştırsa da, Mikanos'un sokakları bi beyaz, bi temiz, bi dar, bi güzeldi işte.


Ama bir rüzgar vardı ki, sersem etti hepimizi. Yel değirmenlerinin fotoğraflarını çekerken, denize uçacağımı falan düşündüm. Yere eğildim ve dinmesini bekledim ama boşuna... Mümkün olduğunca yere sağlam basarak, ara sokaklara kendimizi zor attık. Güneşi batırdık ve bir italyan restoranında Yunanistan seyahatimizi tamamladık.



16 Ekim 2010 Cumartesi

Pire-Atina

Bazı arkadaşlar Atina'yı pek sevse de, kabul ediyorum, ben sevemiyorum. İster önyargı densin, ister deneyimlerimden çıkarım, onları bize karşı önyargılı buluyorum ve soğuk ve ... Neyse, gemimiz Pire'ye yanaşınca gemide oturacak değiliz ya, indik bizde. Atina merkeze inmeyi aklımızdan geçirmediğimizden, önce taksicilerin sözle saldırısına ve el kol hareketlerine maruz kaldık. Yürüyerek limandan çıktık.


Ufak bir tren turu aldık, Pire'yi kolaçan ettik. Her yerin kapalı olduğunu gördük, diğer bir limana yürüdük. Ordan da kendimizi denize attık. Dondurmalı frappe, limonata gibi bir deniz, rahat mı rahat şezlonglar olmasaydı napardık bilmiyorum 40 derecenin altında... Hızlı bir kıyafet değişimi sonrasında, güne Turco Limano'da (Micro Limano) deniz mahsulleri ile devam ettik. Kapıdaki inatçı garsonlardan biri diğerlerinden daha inatçı çıkınca, bizi kaptı. O kadar çok yedik ki, 24 saat beni idare eder sandım. Meğer bu sadece ara öğünmüş.


Günün devamında Atina Plaka'ya gidilecekmiş, önce bir kafede tatlı, üstüne bir tavernada balık-ouzo yapılacakmış...


Plaka keyifliydi, zaten bizim oralardan pek farklı değildi. O kadar çok şey tanıdık geldi ki...

Tanıdık suratlar

Tanıdık dükkanlar

Pek tanıdık olmayan, ama hemen kendini sevdiren grafitiler...

Bir tek Plaka sokaklarındaki Boterolar, burda bunların ne işi var dedirtti. Satıcı Botero'dan özel izinle, tablolarını çoğalttığını iddia etti, biz de inandık:)

7 Ekim 2010 Perşembe

Santorini

Santorini deyince çoğu kişinin aklına 'gün batımındaki mavi kubbleli kiliseler görseli' gelir. Ada hakkında araştırma yapınca hep benzer fotoğraflar çıkar ve insanı merak ettirir... Acaba Santorini'ye gitsem nasıl bir ada beni karşılar? Bende herkesin çektiği bu fotoğraflardan çeker miyim? Cevap elbette, bir aksilik olup fotoğraflar buharlaşmazsa tabi.

Santorini neresidir, özelliği nedir sorularının cevabı Ege Denizi'nde, Yunanistan'ın 200 km güney doğusunda yer alan volkanik adalar grubu olması. M.Ö. 1650 - 1450 yılları arasında püskürmeye başlayan volkan, kısa sürede çökerek adanın 73 kilometrekarelik bir alanının deniz altında kalmasına yol açmış. Bu da tarihte bilinen en büyük volkanik etkinliklerden biriymiş, ve Doğu Akdeniz'de çok büyük yıkıcı etkiler yaratan doğa olaylarına neden olmuş... Sonuç olarak, yüzlerce yıl önce patlayan volkan, adanın dik yamaçlarını oluşturmuş ve bugünkü Santorini o yamaçların tepesine kurulmuş.



Adanın dik yamaçlarla çevrili olması yüzünden bizim de gemimiz açıkta durdu ve ufak motorlarla Thira sahiline çıktık. 500 küsür basamağı katır sırtında çıkmayı düşünmediğimizden, teleferiğe doluştuk. Yükseldikçe o kadar güzel bir manzara sardı ki 360 derece etrafımızı, Santorini'ye hayran kaldım. O an bu seyahatin en özel noktasının bu ada olacağını tahmin ettim.


Tepeye vardığımızda eğri büğrü yolları, merdivenleriyle klasik bir yunan beldesi karşıladı bizi. İlk işimiz Thira otobüs terminalini bularak, meşhur Oia'nın yolunu tutmak oldu. Santorini denince akla ilk gelen fotoğrafları veren yer!


Daracık sokaklar, dip dibe yapılmış bazısı beyaz bazısı pastel tonlarda evler dükkanlar, begonviller, olmazsa olmaz mavi kubbeli kiliseler, terasında otururken her an aşağı uçacakmışsın hissini veren kafeler...


Meğer tam bana göreymiş Santorini. Uzun zamandır hayalini kurduğum ama neresi olduğunu bilmediğim. Fotoğrafa karşı soğukluğumu üstümden atabileceğim yegane yer. Bi süre beraber takıldıktan sonra ilk defa gruptan ayrılmama sebep olan. Güneş tepemdeymiş, yüzümde zerre krem yokmuş, karnım açmış, suya hasretmişim demeden saatlerce sokaklarında kaybolacağım, kendisine aşık olacağım yunan adası.


Manzaraya karşı oturduğum kafede hayallere daldım, Dml'ya mesaj attım (gerçi gitmedi...) 'Bu adaya tekrar gelinecek, ve kimlerle gelineceğini söylememe gerek yok heralde'. Güneşin batışını seyredemeyecek olmanın burukluğunu, makinemin hafıza kartındaki fotoğraflarla dindirmeye çalışarak otobüse bindim ve Thira'ya döndüm.

Annemler ile buluştum, sanki yeterince yorulmamış ve güneşten pancar gibi kızarmamışım gibi teleferik ya da katırla değilde, yürüyerek teknenin yanaştığı kıyıya inmeyi teklif ettim. Bensizken gittikleri sahilden annem pek tatmin olmamış olacak ki, hemen kabul etti. Herkes teleferiğe, biz katırları teğet geçerekten merdivenlere yöneldik. Aman yarabbi, meğer o ne zor parkurmuş! Kokuyu almamak için tıkadığımız burnumuzla, katır pislikleri üzerinden hoplayıp zıplayarak, katırların nalları ile zımparalanmış merdivenlerde düşüp kafamızı kırmamak için dikkatli adımlar atarak ama bi yandan da annem gemi kartını teleferik ile inen babamın çantasında unuttuğundan onları yakalamak için koşturarak... Aşağı vardığımızda bacaklarım tutmuyordu. Zangır zangır titreyerek bindiğim gemide, tek hayalim yalnız gezerken çektiğim fotoğraflara stoklamaktı. Hemen sadete gelmek gerekirse, güneşin en güzel açı ile geldiği o mavi kubbeli kilise fotoğraflarım ve diğerleri vardı ya, artık onlar yok... En çok korktuğum şey, Santorini'de başıma geldi. Fotoğrafları aktardığımı sanıp, karttan sildiklerimi bi daha görmek kısmet olmadı. Canım yandı resmen ama kadir kısmet dedim, unutmaya çalıştım. Tekrar geldiğimde daha güzellerini çekerim...


İşin aslı, bu adaya gidip yazar, şair, ressam, fotoğrafçı olmadan dönmek zor! Ada o kadar farklı, o kadar sıcak ve romantik ki, adaya ya da adada birine aşık olmadan dönmek daha da zor...

3 Ekim 2010 Pazar

Yunan Adaları-Rodos

Ege hastası bir insan olarak, Yunan Adalarını oldum olası merak etmişimdir.

Yıllar önce tek bir Atina seyahati, Yunanistan'a karşı genel bir yargı geliştirmeme ve 'ben heralde bi daha da buraya gelmem' dememe sebep olsa da, baba tarafım Girit ve Selanik dolaylarından geldiğinden midir nedir, kanım yine oraları çekmekteydi. Çoğu zaman bizimkilerden ayırmakta zorlandığım insanlarına bayılmasamda, deniz ve toprak beni çağırıyordu.

Ve annem her zamanki gibi organizasyonu yaptı. İlklerle doldu tatilimizi baştan sona planladı. İzmir'den kalkacak Ocean Majesty isimli gemimizde buluşmak üzere, onlar Bodrum'dan yola çıktı, biz İstanbul'dan. 19 Ağustos perşembe günü akşam saatlerinde Kordon'daydık. Sahilde yürüdük, güneşi batırdık, yemek yedik ve gemiye yöneldik. O anda seyahat başladı.

Seyahatin en başı tam bir fiyaskoydu... Limanda bizi karşılayan manzara, saatler önce gemiye alınması gereken bavullar sokakta! Gemide su yokmuş dedikodularına inananların 1,5 lt'den 4'er su kollarının altında... Bol bol pasaport sırasında beklemece ve beklenen sona ulaşma. Geminin merdivenlerine ulaşmanın verdiği şoku atlamadan kokteyl dağıtımı, anlık gülümsemeni kaydetmeye hazır fotoğrafçının flaşı... Odalara çıkış, kat görevlisi ile tanışma, bavuluna kavuşma faslı derken gün bitti. İlk merak ile güverteye de çıktık ama ben hemen eğimli yatağımı kontrole geçtim.



Yeni gün ile seyahat programımızı yakından inceliyim dedim ama olmadı. Eskiden bir yerlere gitmeden önce, programı ve gidilecek noktaları derinlemesine araştırırdım, bu sefer sıkıldım. Kendimi rüzgarın, dalgaların eline bırakmaya karar verdim. Baştan her günün programına bakmaktansa, her gün vardığımız limanı 'Gemi Gazetesi'nden takibe aldım.

İlk durak; Rodos

İzmir'den o kadar geç hareket ettik ki, Rodos'a vardığımızda saat öğleden sonra 3'ü bulmuştu. Hiç bir tura bulaşmadan gemiden indik ve 12 kişi olarak 3 taksiye bölündük. İlk olarak güneş ve denizden yararlanmak adına Kallithea (Terme Calitea) plajına gittik. Birer şezlong kiralayıp, çantaları üstüne boca ettik ve denize girdik. Çıkmadık. İçindeki kilisede nikah olan, restorasyon sonrası yerlerdeki taş döşemeleriyle kendine hayran bırakan termal kompleksi gezdik. Güneş batınca da, bi otobüse atlayıp merkeze döndük.



Rodos şehrinin Tapınak Şövalyeleri tarafından inşa edilmiş kalesi ve UNECO Dünya Mirası Listesi'ndeki Orta Çağ'dan kalma mahallesini bulmak için biraz yürümemiz gerekti ama değdi. Rodos eski şehriyle beni kendine hayran bıraktı. Dükkanlar gündüz ayrı, havanın kararmasıyla ışıklanınca ayrı keyifliydi. Daha çok zamanımız olsaydı da, kale içindeki mahalleyi köşe bucak gezebilseydim diye düşündüm. Bi meydanda oturduğumuz kafede beyaz peynirli krep üstüne, vanilyalı dondurma eşlinde frappeyi içince keyfime diyecek yoktu.

İyi ki doğdun, Mehli!



Mhl'nin doğum günü bahane edildi. Mrl muffin siparişi verdi. Mhl yolu tarif etti. Kızlar sonunda ikinciye Galata'ya geldi ve bizi çok mutlu ettiler.

Yine de sormadan duramıyorum kendime. Hani dükkan buluşma mekanı olacaktı, akşamları, haftasonları dolup dolup taşacaktı? Çok klasik ama gerçek, herkes kendi derdine dalınca, sadece doğum günlerini vesile ederek buluşmak normal kabul edilir oldu. Neyse, buna da şükür.