29 Kasım 2009 Pazar

Varadero



Sıcak olacağını biliyordum, mayomu da yanıma aldım ama yine de beyaz kumlu masmavi denizi ve palmiyeleri görünce şaşırdım. Seyahatın başından beri gördüklerimizden tamamen farklı bir doğa, farklı bir ortam ve olanaklar. Herşey dahil sistemle çalışan bu otel, bugüne kadar kafamda oluşan bütün Küba imajını sarstı. Ayıptır söylemesi, elimde hindistan cevizim güneşin altında 50 faktör kremimi sürüp yattım (Küba'nın güneşi tahmin edileceği üzere acayip yakıyor insanı), sık sık sıcak kumlardan serin sulara atladım. Fotoğraf aşkına sabah 7'de kalkıp, kendimi sahile ve golf sahasına attım. 24 saatlik dönüş yolculuğu gelip çattığında da, içim bi fena oldu.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Trinidad



Küba'nın güney sahilleri tarafında, Cienfuegos'a 80 km uzaklıkta bir yerleşim. Unesco'nun da koruma altına aldığı bölge, Küba'ya en çok turist çeken bölgelerden biri. Genelde sağda solda gördüğüm rengarenk fotoğrafların çekildiği yer olduğunu düşündüğümden, gitmeden önce beni de en çok heyecanlandıran yerdi. Gidence karşıma çıkan ise, kafamdakinden oldukça farklı bir görüntü oldu. Tek katlı, yıkık dökük duvarları boyalı, camsız yüksek pencereleri yüksek demirlerle çevrili, kübalı halkın turistlerin üstüne üstüne gelip, konuşmaya başlayınca ciddi sardığı, babamı oldukça tedirgin eden, benimde ısınmam için zaman gerektiren şehir de denilebilir. Halbuki bizim Trinidad'a ayrılmış tek bir gecemiz ve yarım günümüz vardı. En verimli şekilde kullanmak adına, Küba tatilinin favori oteli İberostar'ın yemeklerini kaçırmadık, gece Trinidad meydanındaki uzun merdivenlerde müziğin tadını çıkardık. Dinlemek kadar dansetmek de keyifli olabilirdi ama dansetmeyi dönüşte alacağım dans dersleri ertesindeki Küba seyahatine ya da Cuba Bar'a saklamaya karar verdim. Mohitolarımızı alırken, barın kenarında duran bir adamın babama sarıp puro satmaya çalışması, bizden iş çıkmayınca da 'bana bir bira alır mısınız?' demesi karşısında hayır diyemedim. Arkamızı dönmemizle adamın birayı barmane geri verip, verdiğim parayı cebine atması beni hem şaşırttı hem güldürdü. Sonra uyuduk uyandık ve ben hayalimdeki Trinidad'a daha çok yaklaştım, doya doya fotoğraf çekemesem de (fotoğrafını çektiğim her insan para isteyince, insan geriliyor), elimden geleni yaptım.



Küba'nın eski şaşaalı döneminin zenginlerinden birinin evini gezdik, gelmişken Trinidad pazarını da pas geçmedik. Olmazsa olmaz, sayısız resim galerisine girdik çıktık, Kübalıların renkleri arasında kaybolduk. Ev sahiplerinin pencerelerinde cam olmayan evlerini davetkar bir biçimde bütün ziyaretçilerine açmaları ise başka bir enteresandı.



Rahat fotoğraf çekebilmek adına, gruptan sık sık uzaklaşıp ertesinde otobüse yetişmek için depar atmam gerekse de, Trinidad çok keyifliydi. Yanlız Küba'da gezdiğimiz bütün yerler arasında en çok burda karşılıksız para isteyenler, çocuğuna bebek bezi isteyenler, yıkanmak için sabun isteyenler, öğrenci ya da yaşlı farketmeden kalem isteyenler, hatta oteli terkederken gruptakilerin bavullarından kıyafet isteyenler karşımıza çıktı. Sabun, şampuan, tükenmez kalem dağıtarak insanları mutlu edebilmek beni de mutlu etti ama bu insanların ufacık bir sabuna ya da kaleme muhtaç olması canımı sıktı. Bir gün yetmedi Trinidad'a. Bir daha sefere, akşam yemeğini de Paladorlarda (Devletin Kübalılara bir lütfu... halk ücreti karşılığında evinde max. 12 kişiye yani turiste yemek verebiliyor, dolayısıyla sokakta sizi kolunuzdan tutup kendi masalarına çekmeye çalışan insanlar dolanıyor) yemek umuduyla ayrıldım.

26 Kasım 2009 Perşembe

Vinales / Pinar Del Rio



Cueva del Indio

Havana'dan bir kaç saat uzaklıkta, yemyeşil bir doğa. Küba'nın en verimli toprakları, en iyi puroların sarıldığı tütün yapraklarının yetiştiği bölge. Havana'dan tamamen farklı, insanın nefes almaya doyamadığı bir vadi. Bide gittiğimizde hava güzel olsaydı ve ben fotoğraf çekmeye doysaydım, süper olacaktı... Yine de gerek bir mağaranın (Cueva del Indio) içine girip sarkıtların altında yaptığımız tekne turu, gerek evrimi anlatan ve bir dağın bir cephesini kaplayan (120 m yüksekliğinde) asfalt boyasıyla yapılmış resim (Mural de la Prehistoria) görülmeye değerdi. Hele bir puro fabrikası gezisi var ki, dillere destan. Yasak olmasına rağmen, puro saran kadınların el altından (hiç utanmadan sıkılmadan esasında devletin malı olan) kendi sardıkları puroları satmaya çalışmaları heyecan dolu anlar yaşattı bütün gruba.


Mural de la Prehistoria

25 Kasım 2009 Çarşamba

Havana



Küba'nın başkenti. Yaklaşık 2 milyon kişi yaşıyor. Oldukça geniş ve ağaçlı yolların üstündeki tek ya da iki katlı binalarda oturuyorlar. Eski şehirde, güzelim sahil kenarında o kadar çok boş ve yıkıntı halinde bina var ki, sanki şehir bir savaştan çıkmışcasına kasvetli duruyor. Yalnız kasvetli duran sadece binalar, Küba halkına bakınca endişelenicek bir şey olmadığını anlıyorum. Bize göre yokluk sayılacak şartlarda, herkes halinden bu kadar mutlu ve mesut olabilir. İlk durağımız, Havana'daki Devrim Meydanı. Havana'daki diyorum, çünkü sanıyorum bütün şehirlerde aynı isimli bir meydan var. Ne de olsa Devrim onlar için çok önemli, hatta onların herşeyi, Küba denince akla ilk gelen şeylerden biri. 9 gün boyunca Devrim bizim de herşeyimiz oldu desem, yanlış demiş olmam sanıyorum. Ne de olsa Küba'ya kadar gidip, Fidel, Che, Batista, Jose Marti, Domuzlar Körfezi Çıkartması, sosyalizm, komünizm gibi gibi kişiler, olaylar ve kavramlar hakkında geniş bir bilgi silsilesine maruz kalmamak mümkün değil. Sonuç olarak bu tatil eğlenceli olduğu kadar, öğretici de oluyor... Havana'da Devrim Meydan'ı dışında aklımda kalan şeyler, Devrim Müzesi, Capitolio, Cathedral Meydanı, sahil boyu, açık hava müzesini andıran ve sadece eski amerikan arabalarından oluşan taksi durağı, 1 Cuc karşılığında fotoğraf çekmene izin veren rengarenk giyimli insanları, bomboş raflarıyla ekmek fırınları, bakkal ve eczaneleri, Küba'ya gidipte görmeden döneni döverler diye Tropicana Show'u (biz pek bişiye benzetemedik ama olsun), bizdeki tavla çılgınlığına paralel kapı önlerinde satranç çılgınlığı ve hepsinden ilginci yol bilmeden, dil bilmeden Havana'nın arka sokaklarında korkmadan kaybolmanın tadı.


Taksi Durağı


O bir klasik, Küba Travel Guidelarının olmazsa olmazı


Milli sporlarından satranç

24 Kasım 2009 Salı

Küba'ya Giriş

Madrid'den Havana'ya vardığımızda saat akşam geç olmuştu. Havalimanından çıkmamızla karanlık ama oldukça ılık bir hava karşıladı bizi. Bir anda Bodrum'a her uçtuğumda içimi kaplayan mutluluk kapladı içimi. Ertesinde bir otobüse binip, otelimizin yolunu tuttuk ve Hotel Nacional'a varana kadar ilk Küba bilgilerimizi almaya başladık. İlk öğrendiğimiz buranın bizim bildiğimiz dünyadan oldukça farklı olduğu ve bizim bunu sorgulamak yerine, onu olduğu gibi kabullenmemiz gerektiği. Camdan dışarıyı izlerken, bir dönem filminin setindeymişiz gibi sağımızdan solumuzdan geçen eski Amerikan arabaları, sonunda tatilde olduğumuzu bana idrak ettirdi. 9 günün gerisi bugünden geriye baktığımda bir masal gibi. Nerden başlasam, nasıl anlatsam bir türlü karar veremediğim, dolayısıyla bir türlü kelimelere dökemediğim... ama bir yerden başlamak lazım...



Küba, Kuzey Karayipler'de Karayip Denizi, Meksika Körfezi ve Atlantik Okyanusu'nun kesiştiği yerde, Karayipler'in en kalabalık ülkesi, güzeller güzeli bir ada. Kolombus'un 1492 yılında Küba topraklarına bastığında da dediği gibi, 'This island is truly the most beautiful land human eyes have ever seen.' Belki Kolombus biraz abartmış ama yine de, bu ada gidip görülmesi, anlamak için içinde yaşanması gereken, havasının tenefüs edilmesi, renkleri ile gözlere, sesleri ile kulaklara bayram ettirilmesi, insanlarıyla sohbet edilmesi gereken, bugüne kadar gördüklerimden çok farklı, çok keyifli, uzun bir aradan sonra benim için orjinal bir destinasyon.

23 Kasım 2009 Pazartesi

To Exit or Not to Exit?

23 Kasım pazartesi sabahı, sabaha karşı Küba'ya gitmek üzere yola çıktık annem ve babamla. Sabah 7 uçağı için, turumuzun bizi tembihlediği üzere saat 4 gibi havalimanındaydık ve bence havalimanına girmemizle başlayan ve yaklaşık 24 saat sürecek olan seyahatimiz o anda başladı. Madrid aktarmalı olarak Havana'ya uçacağımızdan başka hiç bir şey bilmeden, ilk defa bu kadar uzağa ve bu kadar hazırlıksız, araştırmasız hatta elimde bir gezi kitabı bile olmadan yola çıkmış bulundum.

Aktarma sırasında beklememiz bir yana, sadece uçak koltuğunda oturacağımız zamanı düşününce annem, İstanbul'dan bütün boardinglerimizi aldı, yani Madrid-Havana uçağında da oturacağımız Exit önündeki koridorlara kadar bütün koltuklarımızın rezervasyonunu yaptırdı. Önce İstanbul'dan Madrid'e 4 saatte uçtuk. Madrid havalimanındaki 6 saatlik beklemeden sonra, Havana uçağımızda yerimizi aldık. Bavullarımızı kaldırdık ve koltuklarımıza yerleştik sanki hiç kalkmayacakmışız gibi. İçimiz rahat ama daha da önemlisi babamla benim bacaklarımız rahat! Tam bu sırada, bizim hizamızdaki Exit kapısının açık olduğunu farkettik ve farkedilmeyecek gibi olmayan havayollarının teknik ekibini...

Bu farkındalığı takiben, bir süre izlemeye, dinlemeye, anlamaya çalıştık ne olup bittiğini. Anlamadığımız ispanyolca konuşmalara, çekiç sesleri karıştı önce, daha sonra bir adam pense ile sıkmaya çalıştı kapının herhangi bir vidasını. Babamın tamir çantasından hiçte farklı gözükmeyen bir çantadaki çok tanıdık başka aletlerle işini halletmeye çalıştı, umutsuzca. Umutsuzca diyorum, çünkü vücud dili her şeye bedeldi o anda. Ses tonu, hostese kaş göz ediş şekli ve yarım saat uğraştıktan sonra pek bişi becerememiş olmasına rağmen, kapıyı kapatması ve hiç inandırıcı olmamasına rağmen tamamdır demesi... Doğal olarak galeyana geldi uçağın yarısı. Sonra öğrendik ki, meğer perdenin diğer tarafındakilerin ruhu bile duymamış bütün bu olanları.

Konuşulanları anlayanların ikna olmaması bir yana, biz bile sorunun giderildiğine inanmadık. İspanyolcadan sonra, ingilizce bağırışlar başladı. 'Kendimizi güvende hissetmiyoruz..', '..bu uçaktan inmek istiyoruz..', '..yetkili kim bu uçakta?..', '..bu sorumluluğu kim alıyor?..' ve elbette ..'kaptan pilot buraya gelsin..' gibi bin türlü ses çıkmaya başladı yolculardan. Ama esas bomba, defalarca merak edilecek bir şey olmadığını söyleyen hosteslerin bizi yerimizden kaldırmak istemesi oldu. Göremediğimiz kaptan pilotumuzun da onayıyla, exit önündeki sıranın boşaltılmasına ve buraya şaka gibi ama gerçek!, 'Olay yeridir, girilmez.' anlamına gelen bir şerit çekilmesine karar verilmiş. İşte biz tam bu noktada endişelenmeye başladık. Bir sorun çıkması ihtimalinde bir facia yaşanması kaçınılmaz olan bu durumun bir şerit ile çözümlenmeye çalışılmasına hiç mi hiç anlam veremedik...



Sesler o kadar uzun süre dinmedi ki, sonunda gerçek bir açıklama yapılmasına karar verildi. Meğer problem uçağın kapısında değil, acil bir durumda çalışması gereken ve o kapıya bağlı olarak açılması gereken rampadaymış, yani suya ya da karaya inme durumunda açılması gereken şişme kaydırakta. Bu uçakta, normalde 8 kapı, yani 8 kaydırak varmış. Bizim uçağımızda ise, bu kaydıraklardan sadece biri çalışmıyormuş ama diğer yedisinde problem yokmuş... Tamamen rahatladık desem yalan olur ama inmek isteyenler ön kapıdan inebilir şeklinde rest çeken hostesler karşısında, hepimiz olan biteni kabullendik. Birde hosteslerden biri 'Bizim de çocuklarımız var, bir problem olsa önce biz binmeyiz bu uçağa...' şeklindeki bir çıkış yapınca, ..'bize yeni yerimizi gösterin..' dedik.

En başta sıkı sıkıya yerleşmiş olduğumuz koltuklarımızdan kalktık ve ağzına kadar dolu uçakta 3 kişilik koltuk aramaya başladık. Sonuç olarak, birbirinden alakasız 3 yerde tek koltuklara yerleştirildik. Bundan sonrası 10 saatlik zorlu bir maraton desem yalan söylemiş olmam. Buz gibi bir alman kadın ile neşe saçan kübalı bir adamın arasında sıkışıp kaldım. Adamın yol boyunca ısrarla bana şarap içirmeye çalışmasını, kendi uçak korkusundan dolayı sürekli içerken ona eşlik etmemi istemesine verdim. Ne film izleyebildim, ne doğru dürüst uyudum, ne de müzik dinledim. Yine de zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Sık sık koridorda yürüyüşe çıktım, iki büklüm bacaklarımı açmak ve iki kelime edebilmek adına annemle babamı ziyaret ettim. Küba'ya vardığımızda da, hem onlara uçaktaki kendi komşularımı anlattım, hem de onların ilginç komşuluk hikayelerini dinledim.

22 Kasım 2009 Pazar

J'adore

Haftalar önce, Tuba aradı ve Taksim'e gidip onlarla buluşmam için beni kandırmaya çalıştı, bahane olarakta inanılmaz bir sıcak çikolatayı gösterdi. Çok merak ettim ama gidemedim. Damla ile Beyoğlu'nda gezerken, ona bu yerden bahsettim, adı Carte D'or'a benziyordu dedi ama tam neresi hatırlayamadı. Aynı akşam birlikte tiyatroya gitme planı yaptığım Senem, ben J'adore'dayım diyince, artık gitme vaktidir diye düşündüm ama çikolatasının tadına bakma fırsatını ancak Merve ve İpek'leyken buldum.



J'adore'da menü, tahmin edileceği üzere çikolatanın her hali ile dolup taşıyor, pastalar çikolatadan geçilmiyor. Bizde çikolatalı cheesecake, çikolatalı kek ve profiterollu keklerimizi sipariş ediyoruz. İçindeki çikolata yetmiyormuş gibi her dilim pasta, Jackson Pollock edasıyla çikolataya bulanmış bir şekilde servis ediliyor. Her şey iyi güzel ve çok tatlı. Aslında olması gerekenden tatlı, dolayısıyla insana bi yerden sonra baygınlık geliyor... Her daim dolu su sürahisi ve kristal bardakları, bir de sıcakcık çayı olmasa, tatlısı dayanılacak gibi değil. Bi dahaki seferi kekleri zorlamak yerine, çeşit çeşit meyve ile servis edilen çikolata fondüyü denesem daha iyi olacak gibi gözüküyor.

J'adore Chocolatier & Patisserie
Istiklal Caddesi Emir Nevruz Sokak No: 22 Tel: 0212 249 0 333

14 Kasım 2009 Cumartesi

Studio Osep

Bir süredir eski İstanbul, özellikle de Pera fotoğrafçılarını araştırıyorum. Dini nedenlerden dolayı resmin Osmanlı'ya girmesi zaman almışsa da, fotoğrafçılığın benimsenmesi ve kullanılmaya başlanması o kadar geç olmamış bu topraklarda. 170 yıllık tarihi olan fotoğraf sanatı, 1850lerde Vasilaki Kargopulo'nun Beyoğlu'nda açtığı bir fotoğraf stüdyosu ile filizlenmeye başlamış. Stüdyo fotoğraflarının yanı sıra, İstanbul manzara fotoğrafları çekenler ortaya çıkmış. Kargopulo dışında sayılacak o kadar çok isim var ki; Pascal Sebah, Abdullah Biraderler, Guillaume Berggren, James Robertson, Nicolas Andriomeno, Bogos Tarkulyan, Gülmez Biraderler gibi... Ama bugünkü konum onlar değiller, şimdilik... Bugün İstanbul'un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu, Stüdyo Osep'ten bahsedicem.





14 Ekim-14 Kasım 2009 tarihleri arasında, Galeri NON'da gerçekleşen 'Stüdyo Osep' isimli sergi, internette takip ettiğim sitelerden birinde gözüme ilişince oldukça ilgimi çekti. Tam da eski İstanbul fotoğrafçılarını araştırdığım dönemde, adını konuya olan ilgisizliğimden dolayı hiç duymadığım, ilgili kitaplarda da hiç karşılaşmadım bu stüdyoyu ve yaşayan ünlü fotoğrafçısı Osep Minasoğlu'nu tanımak için sergiye gitmeye karar verdim. Galatasaray Lisesi'nin yanındaki yokuştan aşağı ilk defa bu kadar uzun yürüdüm, o yolun Tophane'ye çıktığını ilk bugün öğrendim. Mahallenin ne kadar hoş olduğundan ve buraları bilmememizin nasıl mümkün olduğundan konuşurken Damla ile, Galeri NON'a vardık serginin son günü, galerinin kapanmasına 2 saat kala... Sadece Osep Minasoğlu'nun yazılı bir biyografisi ve fotoğrafları ile karşılaşacağımızı zannederken, Osep Minasoğlu'nun kendisi karşıladı bizi kapıda, 60 yılını fotoğrafa vermiş 80 yaşındaki ünlü fotoğraf sanatçısı.



Sergi tahmin edileceği üzere beklediğimizden çok daha fazlası çıktı. Osep Bey önce bizi alt kattaki video enstalasyonunu izlemeye davet etti. Beyaz bir arka plan üstündeki kırmızı koltuğunda oturmuş, kendi ve aile yaşamını, hayatının farklı dönem ve mekanlarını uzun uzun anlattı ve keyifle dinletti. Üst kata çıktığımızda da, bizi ömrü boyunca kullandığı bir çok belgeler, mektuplar, fotoğraflar karşıladı. En son olarak, stüdyosunda çektiği sayısız portre fotoğraflarından bazıları, Yeşilçam artistlerinin siyah beyaz fotoğrafları günümüzü renklendirdi. Sosyal bilimci Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan sergiyi, Serttaş'ın kendi sözcükleriyle açıklamak en doğrusu. Stüdyo Osep üzerinden çıkılarak yapılan bütün bu kapsamlı araştırma, sergiyi gezenlere ya da kitabı okuyanlara; 'nostaljik bir arşiv yerine, yakın tarihin toplumsal kesintileri ve bunun birey, kimlik, kültür düzleminde yarattığı karmaşık etkiyi bugün üzerinden araştırmayı hedefleyen bir perspektif öneriyor.'

7 Kasım 2009 Cumartesi

Tavanarası



Adından da belli olduğu üzere bir apartmanın en üst katında olan ve apartman girişinde doğru dürüst bir tabelası bile olmamasına rağmen her daim dolup taşan bir mekan, Tavanarası. Gerek ambiansı, gerek yemekleri dolayısıyla, bir cuma günü iş çıkışında dostlarla gidilen mekan gerçekten de çok keyifli .

Gitmeyi düşünenlere bir kaç not;
-Asansörün kapısı direk olarak mekanın içine açılıyor.
-Eğer önünüzde sıra bekleyen 3-5 kişi varsa kendinizi şanslı saymanız gerekiyor.
-Menüden beğendiklerinizi görevlilere söylemek yerine, masaya bırakılan kalemle kağıda yazıyorsunuz.
-Güveçte Beşamel Soslu et / tavuk /mantar / patates vs... çeşitlerinden birinin kesinlikle denenmesi gerekiyor ve şarapla çok güzel gidiyorlar...
-Patatesi tıpkı evde kızartılmışa benziyor.
-Girit usulü kabak kızartması aynı bizim usulü andırıyor.
-Çalışanların güler yüzü, sürekli olarak onları daha önceden tanıyormuşsunuz hissi yaratıyor (en azından bazılarımızda;)
-Yemek yemeyene içki servisi yapılmıyor (bu ibare zaten asansörün içinde belirtilmiş).
-Gündüz gözüyle görülmesine yerine, akşam gidilmesi tercih sebebi.
-Minimum 6-7 senelik geçmişi olan bu mekanı daha yeni keşfetmemiz bizim ayıbımız oluyor...

... demek o kadar olmuş, o zaman artık ben gidip göreyim diyenlere adres şöyle; Asmalı Mescit Sok. No:26/11 Kat:6 ya da bana haber verin, hep beraber gidelim.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Kitap Kapakları

Tasarımla uğraşmaya başladığımdan beri, basılı ürün tasarımlarını dijital tasarıma tercih etmişimdir. Poster, broşür, dergi farketmez, hem tasarlaması hem de başkaları tarafından tasarlananlara bakması hep çok zevkli olmuştur benim için. Hele hele kitap kapakları bütün bu basılı malzemelerin içinde bakmayı en sevdiklerim. Daha tasarlaması hiç kısmet olmadı belki ama şimdilik başkalarının yaptıklarına bakmakla yetiniyorum ve bundan büyük keyif alıyorum.

Kitap fuarına giderken hiç aklımda olmamasına rağmen, kapısından girmemizle 'tasarlanmış' binlerce kapak karşıladı sanki bizi. Yani hiç aklımda olmamasına rağmen, kitap kapaklarından oluşan bir tasarım cennetine düştüm. Bir kitapçıya girip saatlerin nasıl geçtiğini anlamadığım zamanlardaki gibi zaman su gibi akıp gitti kapaklar arasında. Hangi kapakları, pardon kitapları almalıyım diye düşünürken, kimi kapaklar mıknatıs gibi çekti beni kendine. Eve gelip aldıklarıma ve kütüphanemde olanlara bakınca da, ortak bi nokta farkettim çoğunda. Farklı yayınlardan da olsa, Utku Lomlu tarafından tasarlanmış çoğu.


by Utku Lomlu

İnternette araştırıp yaptığı diğer işlere de bakınca, kitapçılarda ve fuarda ilgimi çeken bir çok kitabın aynı kişi tarafından tasarlandığını farkettim. Bu kapakların, kitapların satışını arttırmakta büyük rol oynadığına eminim.

1 Kasım 2009 Pazar

velosipet ile bir hafta sonu


The Flying Scotsman

2006 yapımı İngiliz filmi Uçan İngiliz, İskoçyalı bisikletçi Graeme Obree'nin hayatını konu alıyor. Büyük bir heyecanla dünya bisiklet şampiyonasına hazırlanan Graeme, çocukluğunda yaşadığı olayların etkisinden kurtulamıyor ama onu çekemeyenlerin takmaya çalıştığı çelmelere rağmen, başarıya giden yoldan çıkmıyor, yavaşlasa da, sendelese de yine eski temposunu tutturuyor. Umudunu kaybettiği anlarda, yine ve yeniden başlamak nasıl olurmuş ve istedikten sonra başarmamak için bir sebep yokmuş dedirtiyor. Yeni mottomuz budur...

Film sonrası gaza geldikten sonra, belki baya alakasız ama kitap fuarına gitmeye niyetlendik. Lise belki ortaokul yıllarından beri istememe rağmen gitmediğimi farkettiğim fuar, ne kadar uzak olsa da, bardaktan boşanırcasına yağmur yağsa da ulaşılmaz gelmedi. Madem aklımızdan geçti, madem bir anlık bile olsa niyet ettik, gidelim dedik.

Saatlerce fuar alanını gezmek hayalimde canlandırdığım farklı gerçekleşti. Kitaplarla dolu rafların arasında dolaşmaya, kitap kapaklarına bakmaya, gözüme kestirdiklerimin arkalarındaki yazıları ya da seçtiğim rastgele sayfaları okumaya bayıldığım kitapların arasında aldığım keyif, alana akın etmiş insan kalabalığı ile eziyete dönüştü. Sanki pazar tezgahındaki kıyafet yığını içinde cebelleşiyorum... Sonuç, elimizden geldiğince dolaşmak ve çoğunlukla aklımızda olmayan kitapları satın almak oldu. İşte onlardan biri ama oldukça keyiflisi, Velosipet ile Bir Cevelan.



1900'e doğru İbnülcemal Ahmet Tevfik tarafından yazılan kitap aslında bir seyahatname, hemde edebiyatımızdaki ilk bisiklet seyahatnamesi imiş. Kitapta 1890 yıllarının sonunda İstanbullu bir bisiklet meraklısı gencin Bursa ve çevresine yaptığı ilginç gezi anlatılıyor. Bugünlerde bütün imkanlardan rahatça yararlanarak (ulaşım- yemek- dinlenmek vs.) seyahat edenler ve hatta gezip gördüklerini, yiyip içtiklerini bloguna yazıp herkesle paylaşan bizler için pek sıradışı bir eylem değil bu ama hem ilk bisiklet macerası olması açısından, hem de gezi sırasında görülen mekanları, insanları, hayvanları, doğal kaynakları ve genel olarak imkanları betimlemesi açısından enteresan ve bilgilendirici. Yaklaşık yüz sene önce, Bursa- Yenişehir- İnegöl arasındaki şehir merkezlerinde ve köylerde insanlar tarafından karşılanışları, bisikletin nasıl gittiğini izlemek için binbir rica minnet ile yazardan bir tur atmasını isteyişleri, gittikleri yerlerde istedikleri soğuk suyu ya da her hangi bi yemeği bulmanın mümkün olmadığı bir dönem bahsedilen. İmkansızlıklara rağmen, bu da bir başarı öyküsü.



...ki zekanın yarattığı güzelliktir
Çevik, uyumlu ve kaprissizdir.
Hızlılıkta saba rüzgarını kıskandırır,
Herkesin bildiği kural,
Eğer benzeri olsaydı,
Ona sürat katarı denirdi.
Ama onda yine büyük fark var,
Onda çok 'siklet' var...
İbnülcemal Ahmet Tevfik
Velosipet ile Bir Cevelan s.102