28 Eylül 2009 Pazartesi

İyi ki doğduk, hepimiz!



Sabancılı kızlar olarak sonunda buluştuk. Dile kolay, aylar geçmiş aradan görüşmeyeli. Neler neler olmuş ama bizim birbirimizden haberimiz yok. Daha bir kaç ay önce, en azından doğum günleri vesile olur görüşmemize diyordum, o da yalan oldu ... Neyse ki insan gerçekten yakın hissettikleri ile uzun süre görüşmeyince değişen bir şey olmuyor. Karşılaşınca, sanki araya o kadar zaman girmemiş gibi davranıyor. Mesela aylar geçse de aradan, Nhn bizleri ısrarla kendi evine davet ediyor, doğumgünlerinin üstünden ne kadar geçmiş olursa olsun, Mrl herkese pastalar, mumlar ayarlıyor. Ve her seferinde, iyi ki varsınız kızlar dedirtiyorlar.

27 Eylül 2009 Pazar

Kına Yakmak



'Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler ...'

Bu türküyü ve ne anlama geldiğini bilmeyenin olmadığını sanıyorum. Ama evvelsi gün televizyonda, ENBEğeniler programında izleyene kadar bu türkünün hikayesini şahsen ben bilmiyordum. Malkara köylerinden alındığı belirtilen türkünün hikayesi şöyle imiş...

'Çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğüne gelen Ali isimli bir genç görür ve çok beğenir. Köyüne döndüğünde hemen dünürcü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler ve hemen düğünleri olur. Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece mesafededir. Zeynep, anne baba ve kardeşini tam 7 yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır, köyün büyük tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemeni gidermeye çalışır. Kocası Zeynep'in özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından Zeynep'i itip kakmaya başlar. Sonunda sevgisizlik ve aile özlemi Zeynep'i yataklara düşürür. Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için köyden gelip geçenler anasının babasının çağrılmasını ister. Başka çaresi kalmadığını anlayan kocası da kaynanası ve kayın babasına haber vermeye gider. Altı gün altı akşam süren bir yolculuk sonrası köye ulaşan anne-baba Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde olan Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır; Anne babası da türküye söylemeye başlarlar. Çevrelerindeki bütün köy kadınları duygulanıp ağlarlar. Annesi fenalık geçirir. Bayılan Zeynep hasretini giderir ama çok geç kalınmıştır. Bir daha iyileşemez...'


Son zamanlarda 3 tane kınaya gittim ama bir türlü bu ritüeli sevemedim. Neymiş efendim, kız kınasında söylenen türkülerde amaç gelini ağlatmakmış. Gelin kına gecesinde ne kadar çok ağlarsa evlilik hayatının o kadar mutlu geçeceğine inanılırmış. Gelinin ağlamaması ise; “Gittiğine seviniyor” şeklinde yorumlandığından hoş karşılanmazmış. Mutlu gidiyor diye mutlu olacağımıza, bunu hoş karşılamamak baya saçma. Türküyü, ağlamayı falan bir kenara koyduğumuz zaman, mumlar, bindallılar ve elbette Senem ile vazgeçilmezimiz damat halayı şahane.

20 Eylül 2009 Pazar

19 Eylül 2009 Cumartesi

Sokak Sergileri

Bodrum'dan döndüğümden beri, adeta yaz bitti benim için. Yine işle güçle uğraşmaya başlayınca, vücud saatim otomatik 8'e kurulunca, tshirtle gezmeyi bırak kaloriferi açmaya kalkınca, kafamdaki 'yaz bitti' fikri pekişti. Yine de hüzünlü değilim. Yaz başında yaz beni nasıl heyecanlandırıyorsa, şu an sonbahar içinde aynı şeyleri hissediyorum. İstanbul her geçen gün daha hoş gözüküyor gözüme. Tatil yüzü görmüş mutlu insanlar şehire döndü, yine, yeniden İstanbul müzeleri ve sergileri gezilmeyi bekliyor. Geldiğim hafta, yolda yürürken insanın karşısına çıkacak türden iki sokak sergisi ile karşılaştım bile, Alexander Berg'den One Shot İstanbul ve Tino Soriano'dan National Geography için Kardelenler. Sanırım İstanbul'da insan sergilere gitmese bile, onlar isteyenin ayağına kadar geliyor.



One Shot İstanbul, Alexander Berg'in 2009 Ocak ayında yürüttüğü, ben ve arkadaşlarımın da bir parçası olmayı düşündüğü bir fotoğraf projesiydi. Biz gerçekten kimiz? Birey ve toplum olarak kimiz? gibi soruları sorgulayan seri, One Shot New York ve One Shot Pekin'den sonra hayata geçirilen bir İstanbul projesi. Sanatçının çalışma şekli, adından anlaşıldığı gibi her portre için sadece tek kare film, tek poz ile tek çekim yapması. Çekimlere katılmak ücretsiz ve proje herkese açık bir projeydi. Sanatçının kendi deyişi ile, kapısı kentin sakinlerine, gezginlere, gençlere, yaşlılara, ailelere, bekarlara, muhafazakarlara, eksantrik insanlara açıktı... Neyse sonuç olarak aylar sonra merakla beklediğim sergiye, The Marmara Taksim'deki bir açılış kokteyli ile start verildi. Damla, Pelin ve ben orda hazır bir şekilde yerimizi almıştık ki, serginin esasında metronun içinde olduğunu öğrendik. Açılış mekanında bir kaç örnek çalışma vardı sadece. Şu aralar Aşk'ı okuduğumuzdan mıdır nedir, bir semazenin fotoğrafı beni çok etkiledi. Diğer bütün fotoğraflarda çok hoş, hepsi inanılmaz duygu yüklü geldi bana. Gözler, dudaklar, kırışıklıklar, hepsi çok sıcak, çok yakın...



Ertesi gün, Galatasaray Lisesi'nin ordan geçerken Yapı Kredi'nin önünde Kardelenler karşıladı bu sefer bizi. National Geography fotoğrafçılarından Tino Soriano'nun çektiği fotoğraflar, öncelikle projenin amacı, sonra Soriano'nun yakaladığı duygular ve oluşturduğu başarılı kadrajlar bakımından görülmeye değer. Ailelerinin maddi yetersizliği nedeniyle öğrenimlerine devam edemeyen kız çocuklarına eğitimde fırsat eşitliği sağlanmasını ve kızlarımızın meslek sahibi, ufku açık bireyler haline gelmelerini amaçlayan proje, Türkiye için çok anlamlı. Hatta değeri paha biçilemez...

4 Eylül 2009 Cuma

Sandıma

Yine güneş batmaya başladı Gökçebel'de ve bizler sürekli değişerek her saniyesi kare kare fotoğraf çekme isteği uyandıran renk cümbüşünü izlemeye daldık. Yine hava kararmaya başladı, bugün de Sandıma'ya gidemedik... derken yine babam yaptı yapacağını, 'İstiyorsan hemen çıkıp gidelim, neresiymiş öğrenelim...' dedi. Annem, babam ve ben düştük yollara.



Yalıkavak'ın içinde daha önceden gördüğüm bir Sandıma tabelası vardı. Önce onu aradık, bulduk. Sonra takip ettik, asfalt yolu takiben toprak ve yol demeye bin şahit isteyen patikayı. Kayaların ve otların arasından sallana sallana ilerledik ve yolun sonuna ulaştık. Nuris Sanat Evi olduğunu tahmin ettiğim yerde durduk, Yalıkavak'ın girişinde ve içinde gördüğümüz 'Sandıma'yı görmeden gitme!' tabelalarını hazırlattığını düşündüğüm Nuris Sanat Evi'nin. Bizim dışımızda 4 turist daha vardı. Az sonra köyün üç sakininden biri olduğunu öğreneceğimiz İsmail Erkoca, sıcak bir karşılama yaptı ve anlatmaya başladı.

Sandıma, bir çok insanın zannettiğinin aksine bir Rum köyü değil, 600 yıllık bir Osmanlı yörük köyüymüş. Eski Yalıkavak, Sandıma ve yanındaki Gökçebelen köylerinden oluşuyormuş. Ne zaman halk dağlardan denize inip narenciye ile uğraşmaya başlamış, güzelim köy boşalmış. Taş evler kendi hallerine terk edilmiş. Yıllarca da boş kalmış. Bugün Sandıma'nın 3 sakini, İsmail Erkoca, Nurten Erkoca Değirmenci ve Osman Amca varmış.



Osman Amca kendi halinde yaşayan biri. İsmail Erkoca ve Nurten Erkoca ise elektrik ve suyun olmadığı Sandıma'da tek başlarına yarattıkları rengarenk dünyada yaşıyan iki sanatçı. İsmail Bey evlerinin, daha doğrusu sanat evlerinin nerdeyse her bölümünü gezdirirken bizlere, hayran kalmamak mümkün değil manzaralarına, heykellerine, tablolarına, rengarenk mutfaklarına, etekli banyolarına, çiçeklerine, teraslarına, kedilerine, köpeklerine, topladıkları antika parçalarına... Sandıma da, Erkocaların yoktan varettikleri dünyaları da çok farklı, çok özel.

3 Eylül 2009 Perşembe

Kalbimdeki Yabancı



Yalıkavak Merkez'de yürürken gözüme bir afiş ilişti. Öğlen yemeği sırasında çevredeki direklerin tepelerine bağlanmış hoparlörlerden yine aynı konuda bir anons geldi. Önce arabasını yanlış bir yere parkedenleri plakalarıyla uyaran kadın, sonra bütün Yalıkavak halkını Yalıkavak Açık Hava Film Festivali'ne davet etti. Doğma büyüme İstanbul'lu biri olarak, küçük yerleri ve imkanları dahilindeki alışkanlıklarını çok seviyorum. İstanbul'da olsam, duvarlara yapıştırılmış posterlere dönüp gözümün ucuyla bile bakmazken, sadece ses kirliliği gibi gelen anonslara kulak tıkarken (çünkü çoğu zaman beni ilgilendirdiğini düşünmüyorum), burda kısıtlı sayıda aktivite olması ve onlardan haberdar olmanın başka yolu olmaması nedeniyle, insan daha bi merakla çevresine bakıyor, olan biteni takip etmeye çalışıyor. Yok burda biletix'e falan gerek... kadının biri tüm halkı hoparlörden sinemaya davet edince yetiyor. Eylül sonuna kadar devam edicek festival, 3-4 gün arayla Yalıkavak'ın farklı mahallelerinin meydanlarında eski Türk filmleri oynatarak devam ediyor.



Duyuruyu duyduğumuz günün akşamı, bir film olduğunu öğrenince hemen planlarımı yaptık ve sinemaya gitmeye karar verdik. En son ne zaman sinemaya gittiğini hatırlamayan biri olarak, çok süper bir fikir gibime geldi bu. Mahalleyi bulmak için baya bir yol gitmemize ve saatinden erken başlayan filme rağmen, bizi karşılayan manzara çok keyifliydi. Belediyenin sıra sıra dizdiği sandalyeleri doldurmak yerine, çoğunluğu arkadaki bahçenin duvarına sıra sıra oturmuş halk ve bol bol çekirdek çıtlama sesi, babaannemi ve annemi maziye götürürken, bana benim hiç bilmediğim farklı bir eğlenceyi tattırdı. Yukarı Gökçebel Çamlık Mahallesi'nde oynayan ve 22.30'da başlayan 'Kalbimdeki Yabancı', 1968 yapımı bir Türk filmiymiş. İzzet Günay ve Semiramis Pekkan'ın baş rolleri paylaştığı film, hem komik hem eğlenceli, çekimleri de baya başarılıydı. Filmin büyük bir kısmında başroldeki kadının Ajda Pekkan mı, yoksa Semiramis Pekkan mı olduğunu üzerine iddialar döndürdük aramızda. Bi de arada Jandarma otosu arka tarafa çekip film izlemeye gelince, filmi izlemenin yanı sıra etrafımı izlemekten kendimi alamadım.

1 Eylül 2009 Salı

Mandarin



Gümüşlük'te taze poğaça ve börekleriyle ünlü kahvaltısı olan küçük bir yer varmış. Cafe Mandarin, adeta evindeymişcesine oturup rahat edilebilecek ufacık, mini minnacık bir yer. Haftaiçi bile rezervasyonsuz gidildiği taktirde, ayakta kalınması çok muhtemel. Reçel, peynir, zeytinler güzel ama poğaça ve kıymalı patlıcanlı börekleri şahane. Zaten bütün bu ürünler, tepsilerin sunulduğu yerin ardında taze taze hazırlanıyor, pişiriliyor ve anında tükeniyor. Her şey o kadar hızlı oluyor ki, biz orda otururken kaç tepsinin dolup boşaldığını kestiremedim mesela. Gerçi biz sabah 10.30'da gitmemize rağmen, kalkışımız 3'ü fln bulmuştu. Tezgah, o kadar saatte kimbilir kaç kez doldu doldu boşaldı...


O kadar çok oturduk ki Mandarin'de, yemeyi bırakıp işin mutfak kısmına da el attık (Mandarin'deki teyzenin domates biber zeytinli poğaça ve elmalı kurabiye yapmasına yardım ettik).


Kris Manvell sergisini de gezdik.


Tavşan Adası'na da çıktık, ıslandık, taş topladık, milyon adet fotoğraf çektik...

Eşyalarımızı kafede bırakıp gezip durduk, en sonunda hep Mandarin'e döndük. Şimdiye kadar hep akşam yemeği için Gümüşlük'e giderdik, bundan böyle kahvaltı içinde gidilebiliriz ya da köy mahsulü reçel, yumurta, bal, tazesinden simit ve poğaçalar bakkallardan alınıp, kendi koyumuza/köyümüze götürebiliriz. Meğer dedikleri kadar varmış, Gümüşlük her vakit bir başka güzelmiş.