30 Ağustos 2009 Pazar

Farilya Yelken



Gündoğan, yanıbaşımızda olmasına rağmen bütün yaz uğramadığımız komşumuz konumunda. Ne kadar yakın olsakta, arabasız ulaşım hiçte olması gerektiği gibi kolay değil. Komşuya gitmek için, illa Bodrum'a gidilecek (ki onun içinde 2 minibüs değiştirilecek), ordan tekrar Gündoğan arabasına binilecek, falan filan. Bu rotayı düşünmek bile yorgunluk yaptığından, yaz başında beri hiç o tarafa gitmedim. Bodrum'a yeni yerleşenlerin itme gücü de olmasa, yine gidemezdim.

Annemlerin arkadaşları olan yeni komşularımız ile Gündoğan'da bulunan Farilya Yelken Restaurant'a gittik. Bodrum'a taşınınca aldıkları '93 model Wrangler Jeep'e binmek için can atarken ben, yan koya yolculuk iyi bir fırsat oldu. Düz yolda bile giderken bile acayip sallayan araba, acelen yoksa şahane bir araç. Bodrum'un ışıksız yollarında ilerlerken, rüzgarı 360 etrafında hissetmek, gökyüzüne baktığında milyonlarca yıldızı tek tek seyretmek için harika... Restorana dönecek olursak, Farilya nedir diye sorunca, Gündoğan'ın eski adı olduğunu öğrendim, aynı Müskebi'nin Ortakent'in eski adı olduğu gibi. Deniz kenarında da masaları olan restaurantın iç tarafında rahat rahat oturduk. Sokakların ve restaurantın boşluğu dikkat çekiciydi, ramazana ve günün maçına yorduk. Servis gayet iyi, mezeler fena değildi ama Bodrum akşamlarımın baş tacı deniz börülcesi ve kabak çiçeği dolması hayal kırıklığına uğrattı. Komşu restoranlar gazetelerdeki köşe yazılarında nasiplerini alıp dolup taşarken, bizim restoranın sinek avlıyor oluşu bize yaradı.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Happy Hippy Day!



Ne gündü ama! Telefon üstüne telefon gelmesi de, uzakta olmama rağmen kapıma gizemli kutular yağması da günümü şenlendirdi. İlk defa kendi pastamı kendim yaptım. Uzun zamandır yapmadığım ama bir zamanlar spesialim olan Tiramisu'mun tarifini unutunca, kendimi tarifi verdiğim kişileri arayıp, 'Yanlış hatırlamıyorsan size bir Tiramisu tarifi vermiştim, şimdi onu geri alabilir miyim?' derken buldum. Tek tek arayanlara, mesaj atanlara, hiç telafuz etmememe rağmen içten içe istediğim şeyleri hissedip bana alanlara, özenle hazırlanmış doğumgünü kitine! teşekkürü bir borç bilirim. Bu arada, 3 kere mumlarımı üflemiş ve 3 ayrı dilek tutmuş olabilirim.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Babamla Bir Gün

Bodrum'a tek yön bilet almanın sonuçlarını artık biliyorum. Buraya gelip, resmen kazık çakıyorum. Başlarda çok keyifli olsa da, hareket, değişiklik, yenilik istiyen bünyeme ters düşüyor bir zaman sonra burası. Yeterince şarj olduktan sonra, gerisin geriye boşalmasın diye içi aleti prizden çekmek lazım ya, benim de ya Bodrum'da gezmem ya da İstanbul'a dönmem lazım...

Kahvaltı sonrası, değişiklik olsun diye babama takılmaya karar verdim bugün. Biliyorum ki ne zaman ona takılsam, Bodrum keşfedilmeyi bekleyen sayısız mekanları ile karşımda yerini alıyor. Bodrum merkez yakınındaki Yokuşbaşı ile başlayan maceramız, araya giren elektrik idaresi gibi tatsız mekanlara, apart otel gibi sürekli dolup boşalan evimizin hiç bitmek bitmeyen alışverişini sağladığımız market molalarına rağmen çok zevkliydi. Ortakent, Dereköy, Gürece, Gümüşlük ve Geriş'e ulaşmak için geçtiğimiz yollar, dere tepe düz gittiğimiz, mandalin bahçelerini kanıksadığımız, yol üstündeki eski Rum evlerinin minikliğine şaşarken taşının güzelliğine hayran kaldığımız bir oyun parkuru gibiydi adeta.


Yokuşbaşı


Dereköy Çocukları

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Karafaki



Geçen sene Gümüşlük'te Mimoza'ya gitmiştik. Yine aynı aile tarafından Karafaki'ye davetliydik. Bu sene bir çok kez Ortakent Deniz Kızı'na gittiğimizden, değişiklik iyi geldi. Bu sefer kararımı vericem, ya meze ya balık yiyeceğim derken, kendime verdiğim sözü yine tutamadım. Mezeler hoştu. Tuzlama yaptırılmış dev Beyaz Laos acayip lezzetliydi ama keyifli sohbet eşliğinde Gümüşlük'ün ambiansı şahaneydi. Nemo'nun arkadaşı olduğunu düşündüğü bir balığı bütün gece elinde sıkı sıkı tutan Sinan ise acayip şirindi.



Bu arada, Karafaki, kulbu ve sapı olmayan, uzun boyunlu rakı sürahisi demekmiş. Eskiden rakının sek içilmesi adet olduğundan, soğuk tüketilmesi gereken rakı açılıp masaya servis edildikten sonra da bu sürahi içinde bekletilirmiş...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Maussellelion



Roma’lı bir tarihçinin anlattığına göre Halikarnassos şehri yani bugünkü Bodrum, Mora Yarımadasının doğusunda yer alan Treozen’den Antes isimli bir lider komutasındaki Dor’lar tarafından, (muhtemelen) M.Ö. 1000 yıllarında kurulmuş. M.Ö. 546’da Persler’in hakimiyetine geçen toprakların başına Satrap denilen bir vali atanırmış. M.Ö. 377’de de Halikarnassos’un içinde bulunduğu Karia bölgesine de, Satrap olarak Maussollos geçmiş.

Maussollos’un ilk işi, bölgenin başkentini Halikarnassos’a taşıyıp yarımada üzerindeki 8 kentin halkını başkente taşımak olmuş. Daha sonra da kendisine dev bir anıtsal mezar inşa ettirmeye başlamış. Ölçüleri eskiçağ standartlarına göre oldukça büyük, süsmeleri o kadar çokmuş ki, kısa zamanda dünyanın yedi harikasından biri olarak anılmaya başlanmış ve Maussellelion adı o günden sonra her büyük mezar için kullanılan bir kavram haline gelmiş. Maussollos’un ölümünden sonrada devam ettirilen inşaat, yıllar süren çalışmalarla tamamlanmış. Fakat bilinen üzere, M.S. 6. Yüzyılda Anadolu’yu sallayan bir depremle yerle bir olmuş. Belki yerle bir olmuş Maussollos (yani bugünkü adıyla Mozole) ama yerde kalan taşlar, Maussollos’un dediği üzere ‘insanoğlunun hiç bir mabette görmeyeceği güzellikte, kaliteli mermerler ve itinalı bir şekilde yapılmış, atlar ve insane heykelleri…’ yerinde kalmamış, kalamamış, talan edilmiş. Uzun lafın kısası değeri bilinmemiş.

15. Yüzyıl’da, yarımadaya gelip yerleşen ve Bodrum Kalesi’ni inşa eden Rodos Şövalyeleri, kale inşaatı için gerekli malzemeyi çevredeki bir sürü yıkık antik yapının kalıntılarından sağlamış. 18. Yüzyıl’ın ikinci yarısında, kale duvarlarındaki kabartmaların Mausselleion’a ait olduğunu anlayan bir ingiliz, konsolosluk izni ile bu eserleri yerinden çıkarıp götürmek istediğinde başarılı olamamış ama 1846’da padişah izni ile 12 adet kabartma yerinden sökülerek British Museum’a götürülmüş. 1857 yılında, Osmanlı Hükümeti’nden alınan izinle Charles Newton isimli bir araştırmacı bölgede kazılara başlamış ve sene içinde bulduğu her heykeli ve mimari parçayı Sultan Abdülmecit’in izniyle İngiltere’ye götürmüş. Bugün eserin bulunan bütün parçaları (bir iki parça eksiği ile) Londra’da sergilenmekteymiş.


British Museum

Yakın zamanda Londra’ya gitme fırsatım olursa, görülecekler listemin başında British Museum’daki ‘21. Oda’ olacak. Malum, Maussollos’un inşa edildiği esas yere gittiğimde görebildiğim tek şey, Dünya’nın Yedi Harikasından Biri olarak lanse edilen Maussellelion’un Kırıntıları oldu…



Kaynak. Bodrum Bağları

Zeki Müren Müzesi



Geçenlerde internette bi takım görseller ararken, başrolde Zeki Müren'in oynadığı 1968 yapımı Katip (Üsküdara Giderken) isimli filmi buldum ve 80 dakikalık filmi gecenin 2'sinde izlemeye koyuldum. Filmin sonunu getirdiğimde gözlerim açık, belki bazıları için şaşırtıcı ama hala uyanıktım.Bir müzik öğretmeni ile öğrencisi Nazlı'nın aşk öyküsünün anlatıldığı film o zaman için sadece duygusal, şimdi benim için ise duygusal-komedi diyebilirim. Filmi izlerken o kadar eğlendiğim detaylar, replikler oldu ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Filmden sonra, Zeki Müren hakkında bilgilerimi tazelemek, oraya gidene kadar maruz kalacağımı bilmediğim görsel bir şölene tutulmak üzere Zeki Müren'in Bodrum merkezdeki evine gitmeye karar verdim.



Zeki Müren, yani nam-ı değer 'Sanat Güneşimiz'in 1931-1996 yılları arasında yaşamış, hep üretmiş, farklı olmuş, kendi olmuş, hep saygı duyulmuş çok büyük bir sanatçı. Sayısız şarkısı ve filmi ile akıllara kazınmış, tarzı ile olay yaratmış, yıllarca kendi sahne kostümlerini bile kendi tasarlamış çok üretken bir kişiymiş. Hayatının son yıllarını Bodrum'da geçiren Zeki Müren'in evi 2000 yılında müze haline getirilmiş. O günden beri, Bodrum'daki evi dışında, İstanbul'daki evinden getirilmiş yatak odası, sahne kostümleri, çizdiği desenleri, hayranlarından gelen mektupları, aldığı ödülleri ve özel eşyaları burada sergileniyor. Hepsi birbirinden ilham verici objelerin, kıyafetlerin dili olsa da konuşsa diye düşünüyor insan. Birde inandığın şeyin peşini bırakma, farklılık her zaman için iyidir, elinden geleni ardına koyma diye bağırıyorlar.


O zaman hazır harçlar yok, boncuklar tek tek elle işleniyor...


Gözlükler, broşlar ve diğerleri


Meşhur ayakkabıları

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Bodrum Sualtı Müzesi



Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, St. Jean Şövalyeleri tarafından inşa edilen eski adı St. Peter Kalesi, bugünkü adı Bodrum Kalesi olan Kale’nin içinde yer almakta. Müze tabii ki de sualtında değil ama eserlerin büyük bölümü denizin altından çıkartılmış. Sualtı kazılarında çıkarılan eşsiz eserlar kadar, bu eserlerin sergilendiği mekanlar bakımından da çok keyifli olan müze, türünün nadir örneklerinden, hatta kendi deyişleriyle ‘dünyada benzeri az görülür yaşayan müzeciliğin heyecan verici örneklerinden biri’.



Müzenin bir çok bölümü var; amphoralar, sikke ve mücevheratlar, kalenin bölümlerinden kuleler, zindan, Türk Hamamı... Farklı dönemlere ait eserler ve kale insanı zamanda yolculuğa çıkarıyor. Doğu Roma, Uluburun, Tektaş ve Cam Batık Salonlarını gezerken umutlarını Anadolu kıyılarında batarak kaybetmiş antik çağ gemicilerinin yaşadığı zamanlara, kaleyi ve İngiliz, Alman, Kumandan Kulelerini gezerken karanlık ortaçağ dönemi şövalyelerinin dünyanın yedi harikasından biri olan Mausoleum’un taşlarından var ettikleri Bodrum Kalesi’nde yaşamlarını geçirdiği dönemlere götürüyor.



Amphora, kilden yapılmış, iki kulplu, sivri dipli testilere verilen isim. Eski Yunanca Amphi (iki taraflı) ve Phoros (taşınabilir) kelimelerinden oluşmuş. Amphoralar antik devir ticaretinde şarap, zeytinyağı ve kuru gıda maddelerinin taşınmasında ve depolanmasında kullanılırmış. Açık hava müzesi olması dolayısıyla ziyaretçilerin Bodrum’un sıcağından kaçmasına izin vermeyen müzenin en sevdiğim bölümü Amphora Sergisi. Bu sergide tasarımları birbirinden farklı Mısır, Knidos, Filistin, Bizans vb. Amphora modellerini görmek mümkün.


Uluburun Batığı


Şövalye Armaları


Romalı Devlet Adamı


Müzeyi Gezen Mutlu İnsan Modelleri

9 Ağustos 2009 Pazar

Merve'mizi Evlendirdik!



Merve'nin bekarlığa veda yemeğinden sonra, sıra geldi çok hoş geçen düğününe. Boğazın kıyısındaki Ortaköy Camii ve rengarenk noktalarla ışıklandırılmış köprü manzarası eşliğinde, Feriye'de Merve ile Kahraman'ı evlendirdik.

6 sene önce CIP'nin Kendini Keşfet Projesi kapsamında gönüllü olarak hep beraber Diyarbakır'a gittiğimizde Merve ile Kahraman daha tanışmıyorlardı. İki haftalık gönüllü eğitim programımızın arasında çevreyi gezip görmeye zaman ayırdığımız bir ara, güneşin doğuşunu seyretmek için Nemrut'a tırmanırken tanıştıklarında da aynı minibüsün içinde hep beraberdik. Tanıştıkları andan itibaren birbiriyle hep bu kadar iyi anlaşan ve birbirine bu kadar yakışan bir çift oldularını, aralarına mesafe girse de sanki yokmuş gibi davranabildiklerini hepimiz yakından gördük.



Üç senedir beraber yurtdışında olmalarına ve Amerika'dan sadece bir kaç haftalığına gelmelerine rağmen her detayı ile bizzat ilgilendikleri süper bir düğün hazırlamışlar. Mekanın lokasyonu, beklenenin aksine lokum gibi bir hava durumu, zevkli müzik seçimleri, leziz yemekleri ve hepsinden anlamlı nikah şekerleri seçimi ile Merve ile Kahraman'ın düğünü o kadar keyifliydi ki... Anlatılmaz, yaşanır yani. Fotoğrafların gösterimi sırasında Damla ile dolan gözlerimiz hariç bütün gece çok eğlenceliydi. Ama içimde burukluk yaratan bir şey yok değil tabi... O da düğünden sonra tekrar Amerika'ya dönecek olmaları sanırım.


8 Ağustos 2009 Cumartesi

İstanbul Deniz Müzesi


Bodrum’dan İstanbul’a düğün dernek gibi maksatlarla bir haftalığına gelince kendimi turist modunda buldum. İki arada bi derede Damla ve Fisun Teyze ile İstanbul Deniz Müzesine gitmeye karar verdik. Üniversite’de aldığım Men, Ships and the Sea fiyaskosundan sonra, bu müze bana iyi geldi. Belki o ders sırasında gemilerle pek haşır neşir olmayı başaramadım ama aslında denizi de, denizin altındakileri de, üstündekileri de hep sevdim.




Beşiktaş’ta bulunan müze Türkiye’nin denizcilik alanında en büyük müzesi, koleksiyon çeşitliliği açısından da dünyanın sayılı müzelerinden biriymiş. 1897 tarihinde ilk temelleri atılan İstanbul Deniz Müzesi, son olarak 1961 yılında Beşiktaş semtinin İskele Meydanı’nda Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa’nın anıtı ve türbesi yanındaki yerini almış. Oldukça büyük bir alana yayılmış müzenin bazı bölümleri 2010 projeleri kapsamında restorasyon altında olduğundan kapalı. Müzenin ziyarete açık kısımlarında, çok çeşitli parçalar görmek mümkün. En çok hoşuma giden kısım, tek tek balmumundan yapılmış mankenlere bahriyeli kıyafetlerinin giydirilip sergilendiği, kıyafetlerin değişim ve dönüşümünün gösterildiği bölüm oldu. Kıyafetler dışında, yanında minicik kaldığımız devasa gemi baş figürleri, yıllara meydan okuyan kumaşlardan yapılmış sancaklar, haritalar, gemi modelleri, bakanı dalgalarının içine çeken yağlıboya tabloları, Osmanlı Devleti’nin önemli simgelerinden olan ve padişahların imzası sayılan, bahriyede gerek savaş gemilerinde gerek binalarında kullanılan padişah tuğraları vardı. Tarihi kayıklar kategorisinde olan saltanat kayıkları ise, restorasyon dolayısıyla göremeyip şimdilik içimde kalanlar arasında kaldı.

Sürekli sergi dışında, müze girişinde bulunan ve 30 Kasım tarihine kadar açık kalacak olan Tarihi Dalgıç Malzemeleri Sergisi de oldukça farklı bir koleksiyon. Jeff Hakko’nun 1990 yılından beri koleksiyonunu yaptığı malzemeler arasında, neler neler yok ki... Bana hem korkunç hem sempatik gelen derin ve sığ su dalış başlıkları, dalgıç ayakkabıları, bıçakları, telefonları, saatleri, fenerleri...

Müze Kart



Haziran sonunda Topkapı Sarayı’na gittiğim sırada Müze Kart ile tanışma şerefine erişmiştim. Karlılığı dolayısıyla almamanın aptallık olacağı kartı bende aldım ve esas aldıktan sonra nedir ne değildir araştırıp öğrendim. İçten içe ziyaret etmek istediğim müzeleri kafamda sıraya koyarken, sadece düşünmekten vazgeçip harekete geçmek için iyi bir sebep oldu bu kart. Gezipte yazmaya fırsat bulamadığım müzeler maalesef şimdilik zihnimde ve fotoğraf arşivimde birikiyor. Yakın zamanda eteğimdeki bütün taşları bloguma dökmeyi umuyorum. Müze kartımı aldığımdan beri, beni durdurabilene aşkolsun diyorum kendime. 2010 Haziran’ına kadar İstanbul’un, hatta bugünlerde Bodrum’un bütün müzeleri benden sorulur.

6 Ağustos 2009 Perşembe

İyi ki doğdun, Damla!



6 Ağustos akşamı Kiki Çay Evi'ndeydik. Damla'nın doğumgünü sebebiyle düzenlediği partinin yeri, bu günden itibaren Damla ile takılmaya karar verdiğimiz, belki bazısı için eski ama bizim için yepyeni bir mekan. Kiki, Alman Hastanesi'nin karşısında, rahat ve renkli koltukları, bol miktarda ve rengarenk çaydanlıkları, capcanlı renklerde seramiklerle kaplı barıyla anlaşıldığı üzere çok renkli ve eğlenceli bir yer! E mekan güzel, arkadaşlarla toplanmak güzel, toplanma amacımızda güzel olunca, çok güzel bir gece oldu. Gerçi doğumgünleri birbirimizi görmek için birer amaçtan çok, araç olacak gibi gözüküyor. Ne de olsa maksat aynı şehirde yaşamalarına rağmen bir türlü bir araya gelemeyen bizleri bir araya getirmek. Bütün bu çabalara rağmen hala bu organizasyona gelmeyen ya da gelemeyenlere lafım yok çünkü artık teklif var, ısrar yok... Aynı mojito(lar) var olup, doğumgünü pastasının yok olduğu gibi!

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bekarlığa Veda

Her gün, her saat, her dakika çift olabilenler hayatlarını birleştirmeye karar veriyor bir yerlerde. Bazısı alelacele karar veriyor, bazısı geç bile kalmış oluyor… Gönlünü çoktan kaptırmış olanlar, beraberliği çoktan aklına da koymuş olduğundan dünya evine girerek önce ailelerini, sonra cümle alemi yani herkesi ikilinin aralarındaki çekimden haberdar ediyor. Kutlamalar iyi güzel tabi ama nişanla, nikahla, düğünle bitmiyor atraksiyon. Bütün bu organizasyonların hazırlıkları sırasında gelinin de damadın da kendi arkadaşları ile kutlaması (esasında dağıtması) beklenen birer ‘Bekarlığa Veda’ partisi de bulunuyor. Bizde daha çok ‘Kına Gecesi’ olarak cereyan eden olay, filmlerde gördüğümüz çılgın partilerden esinlenmemizle yabancılaşıyor sanırım. Amerika, İngiltere, İrlanda, Avustralya’da birbirinden farklı isimlerde (bachelor/ bachelorette party, stag/hen party) ve birbirinden farklı içerikte partiler düzenleniyormuş mesela. Bekarlığa veda denince, içkilerle, striptizcilerle yapılanı da mevcut, yemekli bir arkadaş toplantısı gibi olanı da.



Geçtiğimiz hafta, Merve’mizin uzunca bir süredir Amerika’da ikamet etmesi dolayısıyla yüzünü görebilen cennetlik olduğundan, bir parti düzenledi Damla’sı ile Esin’i. Merve’nin 3 senedir yurtdışında olmasına rağmen zerre değişmeyen haline, mütevazi ve sakin görüntüsüne uygun bir organizasyon yapıldı ve 360’e yemeğe gidildi. Partimizin en çılgın yanı Sıla’nın İngiltere’den getirtiği renkli aksesuarlar, ‘Hen Night in Progress’ pinleri, ışıklı duvağı ve özellikle Damla’nın rağabet gösterdiği peri kanatlarıydı ama restoranın muhteşem manzarası, uzun zamandır görülmeyen dostlarla dalınan muhabbetin keyfi ile herkesin neşesi yerindeydi, keyif kaçırıcı azlıktaki makarnalarına rağmen herşey çok güzeldi.


İyi ki doğdun, Merve!



Belki doğumgününde onu görememiş olabilirim, belki listede 11.sırada kalmış olabilirim ama hep aklımdaydı o. Mum üflerken ya da pasta yerken de fotoğrafımız yok bu seferlik ama Bodrum'da çekilmiş, fotoğrafın alası var elimde.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Sun.Day.Sky



Sun.Day.Sky, ‘iyi hisset’ ana temasından yola çıkarak oluşturulmuş bir şehir festivali. 1-2 Ağustos tarihlerinde santralistanbul’da gerçekleşen festivalden PukkaLiving sayesinde haberdar oldum. İki günlük bu festivalde amaç, yemek içmek ama en başta rahatlamak, gevşemek, çimlerde yuvarlanmak, Pazar yerinde gezmek, ruhun gıdası müzikle beslenmek, Yoga, Reiki, Masaj içerikli “İyi Hisset” Atölyeleri; Juggling, kukla ve dans içerikli “Özgür Hisset” Atölyeleri vs. ile mutlu olmak.

Bu sene üniversitelerin festivallerine hiç katılamadığımdan olucak, Sun.Day.Sky’ı duyduğum anda gitmeye karar verdim. Uzun zamandır göremediğim İpek’i hiç yabancı olmadığı okuluna gitmeye de razı edince süper oldu. Havanın kapalı olmasını kafamıza takmayıp, santralistanbul’un yolunu tuttuk. Dış mekandaki pazar bölümüne geçmeden önce müzeleri gezmek iyi bir fikir gözükünce, direk iç mekanlara geçtik ve zamanın nasıl geçtiğini gerçekten anlamadık. 16 Ağustos’a kadar devam eden Haritasız Sergisi de, Santral İstanbul’un sürekli sergisi de çok başarılıydı.



Haritasız, sayısal ve etkileşimli ortamların geniş ölçekli kullanımını içeren çağdaş sanat eserlerinden bir seçkinin yer aldığı bir sergi. Dünyanın farklı yerlerlerinden tanınan ya da hala tanınmayan bir çok sanatçının çalışmalarının yer aldığı serginin en büyük özelliği, bütün çalışmaların ortak özelliği olarak eser-izleyici ilişkisinin klasik bir müze ya da sergidekinden çok farklı oluşu. Bütün çalışmalar izleyicilerin katılımı ile anlam kazanıyor. Mesela, Flick-IST Hemşerileri Galerisi'ne katılmak, Breaking The News'un parçası olmak bizim kullandığımız onlarca çalışmadan bazıları.



Enerji Müzesi, İstanbul’un ilk termik elektrik santralı olan Silahtarağa Elektrik Santralı’nın korunarak dönüştürüldüğü yer. Santral’ın içinde 1913’te ve 1921’de inşa edilen makine daireleri, elektrik üretiminin ve İstanbul’un farklı semtlerine dağıtımının denetlediği devesa kontrol odası, müze ziyaretçilerinin kendi elektriklerini üretebilecekleği, pil olabileceği, manyetik heykeller yapabileceği ve daha birçok deneyin parçası olabileceği Enerji Oyun Alanı bulunuyor.



Müzeleri saatlerce! (abartmıyorum..) gezdikten sonra baya bir yorgun düştük ve kendimizi dışarı attık. Hondalı dörtlü LazCaz'ın müzikleri eşliğinde Tamirane'de yemek yedikten sonra, pazar yerini gezmeye niyetlediğimiz sırada yaz yağmuru bastırmasın mı? İpek'in evine yapacağımız ziyaretten dolayı da Meral'in kapıda kalıp bizi beklemesi dolayısıyla Sun.Day.Sky'ı terketmek durumunda kaldık. Belki çimlerin tadını çıkaramadık, tasarım ürünleri satan standları tek tek gezemedik ama Haritasız ve Enerji Müzesi iyi ki Sun.Day.Sky'a gitmişiz dedirtti.